15 Kasım 2008 günü saat 19:30’da, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde, değerli Mehmet Güntekin’in “Türk Musikisi Atölyesi – Atatürk ve Türk Musikisi” başlıklı etkinliğine katıldım.
Sayın Güntekin, gayretli ve pek çok ayrıntıya vakıf bir araştırmacı kimliğiyle, Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatında makamsal ve geleneksel müziklerimizin yerini ortaya koyan başarılı bir sunum gerçekleştirdi. Sunumunu Bekir Sıdkı Sezgin’in, Bimen Şen’in, (hatırıma gelmeyen diğer bir-iki ismin) ve kendisinin okuduğu seçkin icra örneklerini dinleterek pekiştiren sayın Güntekin, Gazi’nin kurmay subaylık yıllarından hayatının son evrelerine kadar klasik eserlerle ve döneminin parçalarıyla nasıl iç içe olduğunu, etrafından parlak hafızları, musıkişinasları ve bestekarları nasıl eksik etmediğini ve makamsal müziğimizin inceliklerine ne kadar vakıf olduğunu anlattı.
Sunumda nükteler de vardı. Bunlardan biri Neyzen Tevfik ile Atatürk arasındaki rakı iddialaşmasıydı. Meşhur hikayede, Atatürk Neyzen’i köşküne çağırtır, uzun uzun sohbet ederler, Neyzen arada neye üfler… Ardından Atatürk sorar:
A – Senin çok fazla içki içtiğini söylüyorlar, benim kadar içer misin ?
N – Ne kadar içersiniz ?
A – İki tane kiloluk rakı içerim.
N – Nasıl içersiniz ?
A – Canım nasıl isterse; susuz, mezesiz.
N – Ben de iki kiloluk içerim ama, öyle içmem.
A – Ya nasıl içersin?
Bunun üzerine, Neyzen Tevfik bir tas getirilmesini söyler, iki kiloluk rakıyı tasın içine boşaltır… Herkesin şaşkın bakışları arasında bir somun ekmek ve büyükçe bir kaşık ister. Sonra ekmeği lokma lokma doğrayıp, tasa bandırıp, bir elinde kaşık, rakıyı çorba gibi içmeye başlar!
Bunun üzerine Atatürk,
– Pes! Pes!
Diye bağırarak ve elleriyle yüzünü kapatarak ayağa fırlar.
Bu eğlenceli hikayecikten sonra Atatürk ve Türk Musikisi konusuna dönelim.Böyle önemli bir konuya temas eden sözkonusu etkinliğe katılımın daha fazla olmasını arzu ederdim. Görebildiğim kadarıyla, salonun yarısından fazlası boştu. Bunda başlama saatinin akşam 19:30 kılınmasının payı mutlaka vardı. Dilerim ki bu sunum kayda alınmıştır ve internet kanalıyla arzu edenlerin istifadesine ileride sunulur.
Şimdi, bu sunum ile ilgili, kabul buyurulursa, bir takım eleştirilerim olacak.
Sayın Güntekin, kronolojik değil, dağınık bir anlatımı tercih etti, daha çok sözel anlatıma ağırlık verdi ve pek çok kritik anekdotu, kendi yorumlarını katarak ezberinden aktarma yolunu seçti. Bu yol, seyircilerin pek çok hikayenin orijinalinden yoksun kalmasına, neyin asıl, neyin füru olduğunu farkedememesine sebep oldu. Bununla birlikte, bazı anekdotları önündeki notlardan okudu. Fakat, Cemal Reşit Rey’in Atatürk ile ilgili bir anısını tam aktarmayarak, çok önemli bir cümleyi atladı.Cemal Reşit Rey’in orijinal “hatıraları”nda (Cumhuriyet gazetezi, 11 Kasım 1963), 1925’te İzmit’ten Mudanya’ya giden Reşit Paşa gemisinde Atatürk ve konuklarına yemek müziği olarak Cesar Franck’ın kentet’ini çalmaya başlarlar ve daha baştaki giriş bölümü bitmeden Atatürk konuklarıyla sohbete dalar. Cemal Reşit Rey’in tam olarak söyledikleri, sayın Güntekin’in okumadığı son cümle ile birlikte, şöyledir:
“… konserimizi kısa kesmenin münasip olduğunu hissettik. Klasik Batı müziğine karşı alakasının fazla olmadığını o gün anladım. İşte bu sebepledir ki, çoksesli müziğin memlekete girmesi hususundaki gayretleri kendisine karşı olan hayranlığımı büsbütün artırdı.”
Bu noktadan itibaren, Alaturka’nın radyolardan kaldırılması konusunun Atatürk ile ilişkilendirilmemesi için sayın Güntekin’in özel bir gayret içine girdiğini hissetim. Kendisi kaynaklardan savına katkısı olanları seçerek kullandı ve savını çürütebilecek olanlardan bahsetmeme kolaycılığına kaçtı. Bu tavrı, konuşmasının başında çeşitli kaynaklardan hareketle olan bitenlere dair sağlıklı bir tablo çizeceğine dair vaadine halel getirdi. Halbuki, Cemal Reşit Rey’in hatıralarındaki şu ilave sözler gözardı edilemez niteliktedir ve sunumda bahsi geçmemiş olması sayın Güntekin’in olaylara tarafsız yaklaşma iddiasını önemli ölçüde örselemektedir:
“… Atatürk’ün müzikle alakalanmasını gayet tabii görmüştüm. Bilahare mekteplerden musıki tedrisatını, radyodan da alaturka musıkiyi kaldırttığı zaman, kendisindenki tarafsız görüşlerin ne derece kuvvetli olduğuna şahit oldum.”
Hemen belirtmeliyim ki, Mehmet Güntekin, 1926 yılında, Maarif Vekili Mustafa Necati Bey tarafından oluşturulan Sanayi-i Nefise Encümeni (Maarif Vekaleti Türk Harsı Müdürü Namık İsmail Bey imzalı) kararıyla, Alaturka çalgıların eğitimine Darü’l Elhan’da son verdildiğinden hiçbir yerde bahsetmedi. Böylelikle, sözkonusu uygulamanın Atatürk ile irtibatlandırılması olasılığını bertaraf etmeye çalışır bir konuma düştü. Bunun da sunumda bahsi geçmemiş olması ciddi bir eksiklik ve tarafsızlık ihlali oldu.
Bunlardan başka, bir takım tahrifatlar da gözümden kaçmadı.
1928 Sarayburnu olayı, Hafız Yaşar Okur’dan ve Burhanettin Ökte’den esinlendiği anlaşılan, “çarpık” bir tarzda, Sadi Yaver Ataman’ın Atatürk ve Türk Musikisi adlı kitabında anlatıldığına benzer şekilde ele alındı:
*
ATATÜRK: “BU MUSIKİ BİZİM HEYECANIMIZI İFADE ETMEKTEN UZAKTIR”; SÖZÜNÜ NİÇİN SÖYLEMİŞTİR?
Yıl 1928. Ağustos ayı. Çok iyi hatırlıyorum. İstanbul hayır kurumlarından biri (ya Çocuk Esirgeme Kurumu, ya da Tayyare cemiyeti olacak, kesin olarak hatırımda değil) Sarayburnu’nda, park gazinosunda büyük bir müsamere (eğlence) düzenlemiştir. Bu eğlenceye iyi bir orkestra, ayrıca o tarihte memleketimizde bulunan (belki de özel olarak davetli bulunan) Mısır’ın meşhur muganniyelerinden Müniret-ül Mehdiye de saz ekibiyle oradadır.
Arap şarkıcı ATATÜRK’e bir cemile olmak üzere, evvelden hazırladığı, ATATÜRK’den bahseden ve onu metheden bir parça okuyor. Halk parçada adı geçen ATATÜRK’ü çılgınca alkışlıyor.
Arap şarkıcıdan sonra, boş kalan sahneye, kılıkları birbirine uymayan, kimisinin ceketi ayrı, pantolon başka, kimisi gravatsız bir ekip çıkıyor. Çoğu amatörlerden kurulmuş acemi çocuklar. Sultaniyegâh faslına başlıyorlar. O geceyi ben de hatırlıyorum. Ancak ATATÜRK’ün yakınında bulunan cumhurbaşkanlığı saz heyetinin nezyenlerinden Burhanettin Ökte’den dinleyelim.
“Fasıl başlayınca, evvelâ bizim üzerimizde soğuk bir duş tesiri yaptı. Zaten ATA’yı görünce şaşırıveren çocuklar, elleri ayakları tutmaz olmuştu. Saçmalamaya başladılar. Geceyi düzenleyenler ATATÜRK’ün geleceğini bildikleri halde, böyle derme çatma bir ekibi sahneye çıkarmaları büyük hatâ idi.
Her fırsatta “Benim milletim, benim musıkim, benim sanatkârım” diye öğünen ATATÜRK, bir çeşit musıki müsabakası halinde düzenlenen bu gecede, en çok ümit bağladığı bir kuvvetin elinden çıkmış olduğunu gören bir kumandan gibi üzülmüştü.
Derhal yerinden ayağa kalktılar. ATATÜRK’ün öfkeyle ayağa kalkması, kendisinden gözünü ayırmayan halkın dikkatini çekmiş, herkes suspus olmuştu. Sahnedeki çocuklar da fasıllarını kesmişlerdi.
ATATÜRK, etrafına duyuracak bir öfkeyle:
– Gidelim… bu musıki bizim heyecanımızı ifade etmekten uzaktır, demiş ve oradan ayrılmıştır.
*
Gültekin Oransay, Atatürk ile Küğ adlı kitabında, 1928 Sarayburnu hikayesi ile ilgili olarak, “Verileri kuşkulu belgeler ve bunları çürüten karşısavlar (F)” bölümünde şunları aktarıyor:
“Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı yıllarında (1923-1938) olup bitenler içinde geleneksel eğlence küğü yandaşlarını ençok üzen iki olay, 1928 Sarayburnu söylevi ile 1934 kasımı radyolardan <<Doğu>> küğü yayınlarının kaldırılması, en sevindiren olay da 1936 eylülü <<Doğu>> küğünün artık devlet eline geçen radyolarda yeniden yayınlanmaya başlamasıdır. Geleneksel eğlence küğü sanatçıları ve yandaşları üzücü olaylara kendilerince birer neden yakıştırma, sevindirici olayın ise kahramanı kesilme yolunda savlar ortaya atmışlardır. Gerçeklerle bağdaşmıyan bu savlara dört örnek ile bir yanıtı aşağıda bulacaksınız.
F1. Yaşar Okur’un bir savı: Hafız Yaşar Okur’un enilik 1943’te yayınlanan, daha sonra Burhanettin Ökte ve Cemal Granda (daha doğrusu Granda’nın anılarını gazeteci biçemiyle değerlendiren Turhan Gürkan) gibilerince de yinelenen savı ilk biçimiyle Osman Ergin’in kaleminden çıkmadır…
…[aktarmıyorum]
F2. Burhanattin Ökte’nin anlatışı: Burhanettin Ökte’nin <<Atatürk’ten Hatıralar>> dizisinde ondördüncü yazısı Hafız Yaşar Okur’un savını yineleyip genişletmekte, bu arada Atatürk’ün 1928 ağustosu Sarayburnu’nda okuttuğu sözler ile 1934 kasımı İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın verdiği emir arasında geçen 6 yıllık süreyi bir güne indirmektedir.
…[aktarmıyorum]
F3. Mustafa Sunar’ın açıklaması: Eyüp Musıki Cemiyeti’ni uzun yıllar yöneten, 1940’dan sonra İstanbul Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti üyesi olarak görev yapan Kemani ve Rebabi Eyyubi Mustafa Sunar (1881-1961) Türk Musikisi Dergisi’nin 2. cilt 18. sayısının (1 Nisan 1949) 18. ve 24. yüzlemlerinde <<Atatürk’ten Hatıralar’a ait bir mektup. İstanbul Konservatuvarı İcra Heyeti’nden Mustafa Sunar’dan aldığımız mektubu aynen neşrediyoruz>> başlığıyla çıkan açıklamasında, Hafız Yaşar Okur’un yukarıda F1 ve F2 olarak sunulmuş çocukça sav’ını çürütmektedir. Yazıda adı geçen Bayan Bedriye sanırım Bedriye Tüzün olmalıdır. 1940’larda Ankara Radyosu’nun pekçok yayınına sopran sesiyle katılan Bedriye Tüzün, tanınmış bağdarlarımızdan Ferit Tüzün’ün ablasıydı. Aşağıya tümü aktarılan yazının yer yer pek bozuk olan anlatımına ilişilmedi, ancak birkaç notalama ve yazım bozukluğu düzeltildi.
… (Mustafa Sunar:) Bu konser Hafız Yaşar’ın beyanatı gibi ne mektep çocuklarında ve ne de karma karışık giyinildiğinden ve istenilen şarkıların çalınamamasından mütevellit değildir.
Mezkur <<Sarayburnu>> konseri Dolmabahçe sarayından bildirilen emir üzerine tarafımdan tertip edilmiş ve Eyüp Musiki Cemiyeti ile emredilen saatte Sarayburnu gazinosunun alafranga kısmında isbat-ı vücut edilmiştir.
Büyük Ata’mız o gece teşrif buyurdular ve bizden evvel, o esnada İstanbul’da bulunan muganniye Müniretül -Mehdiye’nin konsere başlamasını emir buyurdular. Bu konserin hitamında da riyasetim altındaki Eyüp Musiki Cemiyeti’nin konsere başlamasını emir buyurdular. Bizler de yirmi beş kişilik hey’etimizle tertip ettiğimiz dokuz parçadan ibaret kürdili hicazkar faslının programını arzettikten sonra konsere başladık…
…
Hakikat böyle olduğu halde Hafız Yaşar’ın, Akşam gazetesinde <<Türk musikisinin yasak edildiği ve buna Eyüp Musiki Cemiyeti’nin mektep çocukları sebebiyet verdi ve elbiselerinin karmakarışık olduğu>> vesaire şeklinde sayın muharrir Cemalettin Bildik’e beyanatta bulunması ve başlarında da kemani Mustafa var diye o geceki konserde olmadığı halde bizzat bulunarak görmüş gibi efkarı umumiyeye karşı beni <<Türk musikisinin yasak edilmesine sebeb bu adamdır>> diye teşrihe cüret etmesine hayretten başka mukabil bir söz bulamıyacağım.
Hafız Yaşar aslı esası olmıyan bu uydurma beyanatı yapacağına doğrudan doğruya Hafız yüz elli tane yeni eser yapmış ve icabında da mevlüt okuyormuş diye kendi reklamını yaptırmış olsaydı çok daha doğru hareket etmiş olur ve haksız olarak da bu yanlış beyanatı başka gazete veya mecmualarda da sirayet etmezdi.
…”
Aynı bölümde, Mehmet Güntekin’in sunumunda Ahmet Cevat Emre’nin bir söyleminden hareketle Atatürk’ün ağzına yakıştırdığı şu söz geçmektedir:
“<<iki şeyde inkılap olmaz: Dilde ve musikide>> diyeceği zaman çok uzak değildi.”
Bu ve bunun evveliyatı, Oransay tarafından adeta yerden yere vurulduktan ve “palavra” ilan edildikten sonra aktarılmaktadır:
“…Özleştirme hareketinin verdiği fena netice karşısında <<Birbirimizi anlamaz hale geldik>> kanaatine gelen Gazi, birkaç gün sonra elinde benim <<Yeni bir gramer metodu layihası>>, Çankaya’da toplanmış olan Dil Heyetine gelmiş, sert sert beni paylamıştı: <<Lisanda inkılap olmaz diyorsun; seni Fransız alimleri aldattılar!>> buyurdu ve ilave etti: <<Daha evvelki kitabında lisan inkılabından uzun uzun bahsediyorsun, şimdi aksini söylüyorsun.>>…”
Gültekin Oransay’ın sert üslubundan payını alanlar bunlarla sınırlı değildir. Vasfi Rıza Zobu ve Refik Fersan da eleştiri oklarının hedefi olmuşlardır. Zaten bunların yasakla ilgili hikayelerindeki çeşitli tutarsızlıklar dikkatli okuyucuların gözünden kaçacak türden değildir.
Sayın Güntekin, Atatürk ve Türk Musikisi başlıklı bir sunum hazırlarken, Oransay’ın bu alandaki çalışmasından haberdar olmamış mıdır? Şayet olmamışsa, bu çok ciddi bir eksikliktir. Şayet olmuşsa ve bu aktarılanları bildiği halde konuya tarafsız yaklaşmamışsa, daha da vahim bir durum sözkonusudur.9 Ağustos 1928 Sarayburnu hadisesi ile ilgili tutarlı bir tarihsel incelemeye Gönül Paçacı’nın Cumhuriyet’in Sesleri’nde yayınlanan Cumhuriyet’in Sesli Serüveni adlı makalesinden ulaşılabilir. Dikkat edilmesi gereken husus, Gazi’nin 8 Ağustos günü aynı mekanda harf inkılabını gerçekleştirmiş olmasıdır. Ortada planlı programlı bir faaliyet vardır ve konserin Doğu-Batı medeniyetleri mukayesesi üzerinden çoksesli müziğin üstünlüğünü kanıtlamak ve dolayısıyla Batılılaşma projesinin gerekliliğini vurgulamak maksadıyla kurgulanmış olduğu düşünülebilir.
Zaten, 21-24 Mart 1930 tarihleri arasında, Vossische Zeitung muhabiri Emil Ludwig ile röportajıda, Atatürk, Şark müziğinin Bizans’tan kalma olduğunu ve gerçek Türk müziğinin Anadolu halkından işitilebileceğini söyledikten sonra, Batı müziğinin bugünki haline gelinceye kadar geçirmek zorunda kaldığı dört yüzyıllık evreye temas eder ve şöyle der:
Alıntılıyorum…*
Yasak, 2 Kasım 1934 ila 6 Eylül 1936 tarihleri boyunca seyretmiş görünüyor. Bununla birlikte, 5 Şubat 1936 tarihli Akşam gazetesindeki habere bakılırsa, Fasıl türü dışındaki havalara, yasağın sonlarına doğru ruhsat verildiği anlaşılıyor (Üstel, F. 1999, “1920li ve 30lu Yıllarda Milli Musiki ve Musiki İnkılabı”):
RADYO PROGRAMLARINA MİLLÎ HAVALAR KONULUYOR — Matbuat Umum Müdürlüğü İstanbul Radyosu programına millî havaların konulması için radyo şirketine bir tezkere göndermiştir. Bu tezkerede, tamburacı Osman Pehlivanın radyoda Türk Halk Havaları çalması ve söylemesinin muvafık görüldüğü bildirilmiştir. Sanatkâr, Millî Musıki örnekleri vererek ve millî çeşnileriyle halk havaları söyleyecektir. Ancak Fasıl ve Enderun Musıkisine temas etmeyecektir.
Basitçe bir hesap sonucu görürüz ki:
(6 Eylül 1936) – (2 Kasım 1934) = 674 gün, yahut 1 yıl+10 ay+4 gün boyunca Alaturka yayın yasağı,
(5 Şubat 1936) – (2 Kasım 1934) = 460 gün, yahut 1 yıl+3 ay+3 gün boyunca Halk müziği yayın yasağı.
Daha da katı bir yorum, yasağın 460. gününde, yalnızca Osman Pehlivan için kalktığı yönünde olacaktır. Bu konuda ileri sürülen hikayelere ne kadar itibar edilmesi gerektiğini ferasetinize bırakıyorum.
*
Alaturka yasağı ile ilgili olarak Burhanettin Ökte’nin şu sözleri de çok manidardır:
“Ata’nın, Melik Erdik’in konserine şeref vermelerinin tek ve açık sebebi, musikimize vurdukları büyük darbenin yine kendilerine yakışan alicenaplıkla telafisinden başka birşey değildi.”
Bir akşam da ATATÜRK cumhurbaşkanlığı saz heyetinden, sevdiği türkülerden “Manastırın ortasında var bir havuz” türküsünü istiyor.
Çocukluk ve gençlik arkadaşı Nuri Conker:
– İmam verir talkını, kendi yutar salkımı. Sen radyodan alaturkayı kaldırdın, kendin de çaldırma bakalım, diyor.
ATATÜRK’ün verdiği cevap şudur:
– Şimdi biz burada rakı içiyoruz diye, devletin her köyde meyhane açması câiz mi? biz fena yetiştirilme ve ihmaller neticesi buna alışmışız, kendimizi kurtarmayabiliriz, fakat gelecek nesillere, kendi fena itiyadlarımızı (alışkanlıklarımızı) aşılamaya hakkımız yok. Nasıl, farzıma hal halk alışmıştır diye esrar tekkeleri açamazsak, devlet radyolarında da ağlayan inleyen nağmeler yayamayız.
Atatürk’ün hatıraları elbette yaşatılmalıdır. Ancak, millilik vasfı pek çok yönden tartışmalı olan makamsal geleneğin devamlılığını Atatürk’ün hatırasına bağlamak, kurucu zihniyetten meşruiyet umma çabalarının bir parçası olarak tezahür etmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Atatürk ve Türk Musıkisi konusu rahatsız edici boyutta politik ve ideolojik bir istismar aracına dönüşmektedir.
Düşüncelerimi toparlarsam:
1. Sanatsal ve Geleneksel Türk müziği’ni Mustafa Kemal Atatürk’ün severek ve beğenerek dinlediği varittir,
2. Makamsal kültürü kişisel zevki için desteklediği, dönemin parlak isimlerini yakınında himaye ettiği sabittir,
3. Bununla birlikte, 1926’da Alaturka çalgıların eğitiminin yasaklanması ile 1934-36 yılları arasında Alaturka yayın yasağının başlaması kendisinin gıyabında gerçekleşmiş olarak telakki edilemez.
4. Yasağın niye sonlandığı ile ilgili çeşitli sebepler ileri sürülmüştür. Bunların en önemlilerinden biri, Mehmet beyin de sunumunda temas ettiği üzere, Türkiye’de ürün pazarlamakta zorluk yaşayan radyo üreticilerinin hükümet kanalıyla sergiledikleri girişimlerdir. Bu konu, pek çok spekülasyona gebedir ve ciddiyetle araştırılmış değildir.
5. 1924’te Musıki Muallim Mektebi, 1936’da, Ankara Devlet Konservatuvarı kurulmuştur ve bunların misyonu bellidir. Atatürk Türkiyesi’nde, genç nesillere Fasıl ve Enderun müziği aşılanmayacaktır. Hedef, halk havalarının armonizasyonu üzerinden, Batılı çalgı heyetlerince ve Batı sesleriyle yeni bir ulusal müzik varedilmesi ve “medeni” dünyanın repertuvarına yükselmesidir. Atatürk’ün rüyası ve musıki inkılabından beklentisi budur.
Dr. Ozan Yarman