Mu’tezile, İslâm Medeniyeti’nin birinci ve kuşkusuz en önemli Kelâm (Diyalektik) akımıdır. Öncülü olan “Kaderiyye”nin felsefe ve mantıkla sistematize edilerek gayet sağlam doktriner temellere dayandırılmış rasyonalist devamıdır. Kaderiyye de keza, ya ironik bir adlandırma olarak “İlahi Kaderi reddedenler” yahut daha büyük olasılıkla “insanın kendinden kudret yetirebileceğini savunanlar” muhalefeti olup, Hicret’in ilk yüzyılında Emevi odaklı iktidar kapışmasının gırla gittiği bir dönemde, ilk kez Ma’bed bin Halid el-Cüheni (-k.699) tarafından ortaya atılmıştır.
Resulullah Hz. Muhammed’in (570-632) vefatını izleyen dönemde Emeviyye, Ehl-i Beyt kıyımlarını ve İslâm’da saltanat müessesesini Allah’ın takdirine payandalıyor, işledikleri türlü entrika, yağma ve vahşetlere bu yolla meşruiyet sağlamaya bakıyorlardı. Nitekim Muaviye bin Ebu Süfyan (602-680), kendi saltanatının Allah’ın kaza ve kaderi olduğunu, buna karşı çıkmanın ise Allah’a karşı çıkmakla eşanlama geldiğini bilhassa söylüyordu. Sıffin Fitnesi (657) ertesinde, Muaviye’nin, Ali bin Ebu Talib’den (-k.661) ayrışan radikal “Harici teröristlere” süikast tertipleterek Emir ül-Mü’minin’i katlettirdiği ve ardından varisi Hz. Hasan’ı (625-k.670) ev halkından bir kadını ayartarak zehirlettiği vesikalardan malumdur. Bu iki aziz insanın ölüsü üzerinden dahi kendisine ve veliaht kıldığı oğlu Yezid’e yönelik olası başkaldırıları sindirmek amacıyla, Ehl-i Beyt halkına ve bilhassa Hz. Ali’ye camii hutbelerinden lanet okutma geleneğini başlattığı da bilinmektedir. Bu rezil uygulama ile bunu izleyen türlü adaletsizlikler, rüşvetler, rantlar ve cinayetlerin kamçıladığı kitlesel hoşnutsuzluk, Kaderiyye ve Mu’tezile akımlarının yükselmesine yol açtığı gibi, nihayetinde onların da düşünsel desteğinden beslenerek, Emevi saltanatının yıkılıp yerine Hz. Peygamber’in amcası Abbas bin Abdülmuttalib ile doğrudan akrabalık bağı bulunan Abbasi hanedanının geçmesine kadar sürmüştür.
Sözkonusu ara-finale tırmanan yolda, kendinden olmayan herkesi tekfir edip kılıçtan geçiren Harici (İbadi) terörüne ve bitmek bilmez kaotik anarşi ortamına karşı, Kelime-i Şehadet getiren tüm kişileri amellerine aldırmaksızın tastamam Mü’min kabul etmeyi salık veren arayolcu “Mürcie” (Günah Ertelemeciler) ekolü türemiş ve Emevi iktidarına yönelik kitleleri yatıştırıcı bir rol üstlenmiştir. İlâveten, Emevi zorba siyasetinin epistemolojik altyapısını çok geçmeden Cehm bin Safvan’ın (-k.745) “Cebriyye” (Dayatımcılık) fikri doldurmuştur.
Allah-ı Teala’nın insanlık tarihi üzerindeki mutlak yaptırım iradesi, Ma’bed ve takipçisi Geylan ed-Dımeşki (-k.723) tarafından fikren hükümsüz bırakılınca, Cehm bin Safvan “Cebr” görüşünü ileri sürmüştür. Buna göre insan amellerinde bir ihtiyar sahibi değildir; yaptığı işleri zorunlu olarak eyler. Cehm’in ileri sürdüğü bu bakışa göre insan her daim mecburdur; fiiliyat kudreti yoktur. Yaptığından başkasını yapmaya asla güç yetiremez. Kul, rüzgarın önünde sürüklenen yaprak gibidir. Yaprağın yönünü nasıl ki yaprağın kendi değil de rüzgâr belirliyorsa, aynı biçimde insanın yaptığı işleri de Allah takdir eder ve ona dayatır. Allah meydana gelecek olayları tamamen ve ezelden kendi iradesine göre tespit etmiştir. Allah, doğada “ruhsuz bir bitkinin” tüm hareketlerini tayin ettiği gibi, insanın fiillerini de öylece yaratır. Yukarıya fırlatılan bir taş yerçekimi etkisi altında nasıl düşmeye mahkûmsa, insan da yaptığını yapmaya mahkûmdur. Sonuçta kul, ibadetini de, küfrünü de, günahını da, haramını da elinde olmaksızın, Allah’ın dilemesiyle işler…
Bu görüşte olan asli Cebriyye’ye “Cebriyye-i Hâlisa” (Öz Dayatımcılık) denmiştir ve zümrenin mümessili Cehm bin Safvan olduğundan dolayı, münhasıran “Cehmiyye” diye de adlandırılmıştır. İlginçtir ki, aşırı bazı fikirlerinden ötürü katledilen Cehm ile yine benzer şekilde katledilen hocası Ca’d bin Dirhem (-k.742), daha sonra Mu’tezile’nin formülasyonlarında benimseyeceği “Kur’an’ın mahlûk olması” gibi birçok aykırı düşünce ortaya atmışlardır. “Cebriyye-i Mutavassıta” (Ilımlı Dayatımcılık) diye adlandırılan ikinci zümreye gelince, bunlar, kulda bir tür farkındalık kudreti olduğunu kabul etmekle birlikte, bu kudretin insanın fiilleri üzerinde hiç bir etkisinin bulunmadığını itiraf ederler.
Cebriyye’nin temel doktrinleri şunlardır:
1- İman Allah’ı bilmek, küfür ise onu bilmemektir; buna göre iman, ilim ve marifetten ibârettir.
2- Allah’ın Zatî sıfatlarından başka sıfatları yoktur. Kur’an’da adı geçen Sem’î (Duyan), Basar (Gören) gibi sıfatları gerçekte zahir değildirler, bu yüzden te’vil edilip yorumlanırlar. Allah’ı yarattıklarının sıfatıyla nitelemek doğru değildir.
3- Allah’ın Kelâm sıfatı da kadim değil, hadistir (sonradan olmadır). Bu yüzden Kur’an mahlûktur, yani yaratılmıştır.
4- Allah’ın İlmi de keza ezeli değil, hadistir. Bu yüzden Allah bir şeyi meydana gelmesinden önce bilemez.
5- Cennet ve Cehennem geçicidir, ebedi değildir. Çünki Allah haricinde hiçbir şey ebedi olarak kalmayacaktır. Kur’an’da bazı ayetlerde geçen ebedilikten maksat uzun süredir.
6- Ahirette Allah’ı görmek mümkün değildir. Görülecek olsaydı, mekan ve istikamet izafe edilmiş olur ve bunlarla sınırlanırdı. Sınırlandırılamayacağına göre gözle idrak edilemez.
7- Kabir azabı yoktur. Azab için diriltilmiş beden gerekir.
8- Ahirette şefaat söz konusu değildir. Yoksa Allah’ın iradesi dışında karar vericiler tayin edilmiş olurdu.
Uzun sözün kısası, mutlak determinizmacılık, İslâm’ın ilk yüzyılında Emevi siyaseti çerçevesinde Müslüman tabanın düşünce yapısını şekillendirmiş ve “Ehl-i Hadis” veya “Selefiyye” olarak tanınan avama hakim ulemaya sızmış, sonrasında (her ne kadar Ca’d ile Cehm’i tekfir etseler de) onlar üzerinden yüzyıllar içinde ılımlı bir kadercilik anlayışını benimseyecek olan “Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat” koalisyonuna aktarılmıştır.
Bu gelişmeler karşısında, insanın hür iradesini ve Allah’ın mutlak adaletini birarada savunan bir akım özelliğinde oluşan Mu’tezile, “i’tizal edenler” (ayrışanlar, bir kenara çekilenler) anlamında Hicri 2. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu betimleme, ünlü muhaddis Kaderiyye İmamı Hasan el-Basri’nin meclisinde, “büyük günah işleyen Müslüman hakkında Hariciyye (Hz. Ali’ye Sıffin’de başkaldıran radikal taraf) ‘Dinden çıkıp kâfir olur’, Mürcie (Günah Ertelemeciler) ise ‘inancı sayesinde mü’min kalır ve hidayete erer’ diyorlar; gerçekte, o kişinin durumu nedir?” tartışmasında ileri sürülen özgün bir pozisyona bağlanır. Hocasına cevap fırsatı vermeyen Va’sıl bin ‘Ata (699-748) oturduğu yerden kalkıp “o kişi ne kâfirdir, ne mü’min… ikisi arası bir konumdadır; tövbe etmedikçe Cehennemdedir” diyerek İmam Hasan’ın çekirdek halkasından uzaklaşır ve bu farklı görüşünü mesciddeki diğerleriyle paylaşmaya koyulur. Bunu gören Hasan el-Basri’nin “Va’sıl bizden i’tizal etti” (Ka’d itizâlâ ennâ Va’sıl!) yorumunu yapmasıyla Mu’tezile’nin doğuşu tarihlendirilir.
Kaderiyye ekolüne mensup Zahid İmam Hasan’ın diğer bir parlak müridi olan ‘Amr bin ‘Ubeyd (ö. 761), hocasının vefatı ardından Va’sıl’a katılır ve Mu’tezile, İslâm tarihindeki ilk akılcı Kelâm hareketi olarak belirir.
Bir diğer anlatıma göre Mu’tezile, Emir ül-Mü’minin Hz. Ali bin Ebu Talip ile, Mekke’nin fethinden sonra ancak iman edebilmiş Şam valisi Muaviye bin Ebu Sufyan arasındaki kavgada taraf tutmayan (keza, Sünni-Şii-Harici çatışmalarında vuruşmayı reddeden) Müslümanları betimlemektedir. Ancak bu duruşun o evrede teolojik bir boyutu temsil etmediği aşikardır.
Mu’tezile, Hasan el-Basri’nin de vefatına dek kuşkusuz dahil olduğu, kaderciliği reddedip kulların özgür iradesini savunan ve bu sayede yeryüzündeki kötülüklerden Allah’ı tenzih etmiş Kaderiyye mezhebinin vârisi olup, Moğol istilasına kadar sürecek beşyüzyıl boyunca, yoğun dini, felsefi ve siyasi etkinlik sergilemiştir. Yahudi, Hristiyan, Zerdüşti, Manikeist, Budist, Naturalist, Panteist, Ateist ve türlü diğer gayri-müslim ahbardan İslâm Dini’ne yöneltilen saldırılara karşı göğüs geren, bunun için de çağın en güncel felsefe, mantık ve akıl yürütme araçlarını seferber eden ilk sağlam düşünce akımı Mu’tezile olmuştur.
Öz akrabaları tarafından zehirlenerek şehit edilen Halife (II.) Ömer bin Abdülaziz (682-720) gibi takdir edilesi istisnaları saymazsak; kaderciliğe yaslanmış Emevi zorbalığının saltanatına son veren hareketin içinde yeralan Mu’tezile, başlangıçta Abbasilerin yükselişine omuz verdiği halde yeni rejimin kuruluşunda hayli itilip kakılacak, ancak sonraları uzunca bir müddet Hilâfet makamının resmi ideolojisi olarak kabul görecek, nice imamlar, kadılar ve vezirler yetiştirecek, ardından gözden düşse bile gündemden yüzyıllarca hiç düşmeyecektir. Mu’tezile, Büveyhoğulları, Selçuklular ve Harzemşahlar zamanında da yönetici sınıflar üzerinde etkisini sürdürmeye devam etmiştir.
Kendilerine “Ehl-i Hadis” veya “Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat” yahut “Hakk mezhebi” diyen dağınık fikirli kesimler tarafından, bin yılı aşkın zamandır çok cahilâne ve insafsızca “dalâlet fırkası”, “ehl-i bid’at”, “bozuk yol” yakıştırmalarıyla itham olunan ve na-hakk yere sürekli tekfir edilen Mu’tezile, zalim iktidarlara boyun eğdiği halde görece önemsiz füruatta aşırı gitmeyi akide ve marifet zannedegelmiş mutaassıp yobazların halkı birbirine düşüren bağnazlıkları karşısında, sağlıklı ve bütünsel bir iman için insan aklının nakli anlamadaki önemini vurgulamış, desteksiz söylentilere dayalı taklid ile sorgusuz itaati kıyasıya eleştirmiş, sağlam akılcı metodlarla Kur’an’a ve Sünnet’e en güzel ve en doğru riayet etmeyi gözetmiş, Yaradan ile Resulünü ilahi vahye aykırı yakışıksız anlatımlardan hep tenzih etmiş, Allah’ın birliğini ve adaletini herkesten çok layıkıyla savunmuş, bu nedenle “Ehlü’l Adl ve’t-Tevhid” olarak tanımlanmayı hakkederek, İslâm Uygarlığının bilimsel/sanatsal yükselişinde herhalde en çok hizmeti geçen bir öğreti olmuştur.
Kendilerini “Hakk mezhep” olarak tanıtan dağınık hadis ve fıkıh imamları ise – daha birbirlerine tahammül edemezlerken ve mezhep taassuplarıyla fırkalaşmayı başlatıp aralarında yüzyıllarca kan dökülmesinin temellerini attıkları halde – aykırı görüşleri yüzünden Ca’d bin Dirhem, Cehm bin Safvan, Ma’bed bin Cüheni ve Gıylan ed-Dımeşki’yi katlettirdikleri gibi, Mu’tezile’ye karşı da zındıklık ithamları savurmuşlar ve devlet baskısı uygulanması yönünde kışkırtmalarda bulunmuşlardır. Onların bu tavırları karşısında ‘Amr bin ‘Ubeyd: “bu Haşeviler din için bir afettir, çünki bunlar insanları adaletin gerçekleşmesi için kıyam etmekten alıkoyuyorlar” sözleriyle isyan etmiştir. Mu’tezile’nin sonraki büyüklerinden Câhiz (-ö.869) de keza, “Teşbih ehli” olarak nitelendirdiği bu hadisçileri: “güce, iktidara, sayısal çoğunluğa ve servete dayanarak ayak-takımının kör itaatinden medet ummakla” yermiştir.
Nitekim Ehl-i Hadis alimleri, her dönemde olduğu gibi o dönemde de kötü yöneticileri eleştirmeyi fitne, zalimlere lanet okumayı bid’at ilan ediyor ve egemen efendilerine körü körüne hizmet ederek taban kitleleri yoz bir itaatle uyutuyorlardı.
Ne yazık ki, Mu’tezile hareketinin Bağdat kolu, Abbasi Halifeleri Me’mun-Mu’tasım-Vâsık dönemlerinde Kadıların Kadısı Ahmed bin Ebu Du’ad (-ö. 854) önderliğinde başlatılan talihsiz Mihne (833-848) sürecinde, geçmişte uğradığı haksızlıkların acısını çok sert çıkardı. Mu’tezile’nin Basra kanadının şiddetli muhalefetine ve gelecekte mahva uğranacağına dair uyarılarına rağmen, Ahmed bin Hanbel (-ö. 855) gibi saygın isimlere fikr-i sabitlerden dolayı yıllarca ölesiye işkence uygulamaktan geri kalınmadı. Bunun sonuçları Mu’tezile için çok ağır oldu. Nitekim, Vâsık’ın ardından tahta çıkan Mütevekkil döneminde Mu’tezile mezhebi bir anda gözden düştü ve resmi makamlardan tamamen dışlandı. Halife Mütevekkil bununla da yetinmeyerek Mu’tezile’yi topyekün karalama propagandası başlattı ve onların aleyhinde hınçla bilenmiş rakiplerini üzerlerine saldı. Amansız bir karşı-kıyım operasyonu sonucunda, Mu’tezile’nin en gözde isimleri sürgün edildiler, bazıları hapse atıldılar veya katledildiler. İlâveten ekolün kıymetli yazmalarının çoğu yakılarak imha edildi.
Herşeye rağmen Mu’tezile, birkaç yüzyıl daha ayakta kalmayı başarabildi ve Zeydilik-Caferilik gibi Şii ekollere doğrudan tesir edip, bunların şemsiyesi altında varlığına devam ederek günümüze örtülü hallerde ulaşabildi. Bu açıdan esasen, İran İslâm Devrimi’nin anti-emperyalist ve akılcı altyapısında Mu’tezile’nin izlerini bulmak mümkündür. Sözgelimi, İran Anayasası’nın aşağıdaki ilerici maddeleri oldukça takdire şayandır:
—Devrimci İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası’ndan seçmeler—
m.2: İslâm Cumhuriyeti aşağıdaki iman ilkelerine bir dayalı bir nizamdır:
d) Allah’ın yaratış ve kanun koymadaki adaletine inanır,
e) Daimi İmamet ve Rehberliğe ve bu hususun İslâm İnkılâbı’nın devamlılığındaki esaslı rolüne inanır,
f) İnsanın yüce şeref ve değerine, onun Allah karşısında olan mesuliyetiyle beraber hürriyetine inanır ve bunu şu yollardan temin eder;
— İçtihadın bütün şartlarını taşıyan fakihlerin; Kur’an ve Ma’sumların Sünnetine dayanan daimi içtihatlarıyla,
— Bilim, teknik ve gelişmiş beşeri tecrübelerden yararlanarak ve onları daha da ileri götürmeye çalışarak,
— Her türlü zulmetmeyi ve zulmedilmeyi, zorla egemenlik kurmayı ve egemenlik altına girmeyi reddederek; eşitlik ve adaleti, siyasi, iktisadi, ictimai ve kültürel bağımsızlığı ve milli birliği temin eder.
m.3: Devlet, 2. maddede zikredilen gayelere ulaşılması amacıyla aşağıdaki hususların gerçekleşmesi için bütün imkânlarını seferber etmekle görevlidir;
1. İman ve Takva esasına dayanarak ahlâki faziletlerin gelişmesine uygun bir ortam hazırlamak ve her türlü fesat ve bozulma tezahürleriyle mücadele etmek,
2. Eğitim öğretim ve beden terbiyesini herkese parasız olarak temin etmek yüksek öğretimi her seviyede kolaylaştırıp yaygınlaştırmak,
3. Basın, yayın, kitle haberleşme araçları ve diğer araçlardan doğru bir şekilde yararlanarak halkın her sahada aydınlanma seviyesini yükseltmek,(…)
4. Sömürüyü tamamen yok ederek yabancıların sömürge ve nüfuz girişimlerini önlemek,
5. Her türlü diktatörlük, keyfi idare ve tekelcilik ruhunu kaldırmak,
6. Siyasi-sosyal her türlü özgürlüğü kanunlar çerçevesinde sağlamak,(…)
1. Sıhhatli bir idari düzen kurmak ve zaruri olmayan kurumları kaldırmak,
13. Bilim, teknik, sanayi, tarım, askeri ve benzer sahalarda kendine yeterli duruma gelmek,
14. Kadın-erkek her ferdin haklarını tüm yönleriyle temin edip, herkes için adilâne yargı güvenliği sağlamak ve kanun karşısında eşitliği gerçekleştirmek,
15. İslâm kardeşliğini ve genel yardımlaşmayı bütün halk arasında yaygınlaştırmak ve sağlamlaştırmak,
16. Dış siyaseti; İslâmi ölçüler ve bütün Müslümanlarla kardeşlik taahhütlerine bağlılık ve dünyanın bütün mustaz’aflarını (küçük düşürülmüş uluslarını) himaye temelleri üzerine tanzim etmek.
3. Bölüm: Milletin hakları
m.37: Suçsuzluk esastır.
m.38: Her türlü işkence yasaktır. Sonuçları delil olarak kullanılamaz. Yapanlar cezalandırılır.
4. Bölüm: iktisadi ve mali konular
m.43/5: Faizli, batıl ve haram alışverişi yasaklamak İİC’nin dayandığı ekonomik esaslardır.
Rasyonalist İslâmi Diyalektik bir çizgide ve Antik Yunan felsefesinden de beslenerek, epistemolojik, ontolojik, teleolojik, soteriolojik katkılarıyla çığır açmış Mu’tezili bilginler arasında, Bişr bin Mu’temir (-ö.825), Nazzâm (-ö.845), Ebu’l Huzeyl el-Allaf (-ö.850), Câhiz (-ö.869), el-Kindi (-ö.874), Ebu Ali el Cübbâi (-ö.916) ile oğlu Ebu Haşim el Cübbâi (-ö.933), Kadı Abdülcebbâr (-ö.1025) ve ünlü Müfessir Zemahşeri (-ö.1143) sayılabilir.
Mu’tezile’nin, determinizma gaddarlığına karşı geliştirdiği Usûl el-Hamse denilen 5 temel ilkesi vardır:
• Tevhid: Allah’ın Transandantal Ezeliyetine hiçbir ortağı yoktur. Buna madde, zaman ve mekan, Cennet-Cehennem-Araf, “Sıfatları” ve hatta Kelâmı’nın cüzü olan Arapça Kur’an dahildir. (Kur’an’ın yaratılmış/araz oluşu, Mushaf’ı kavranabilir insâni düzeye indirgemektedir.) Zatıyla aynı olan Kudret-İlim-Hayat Ahvali dışındaki tüm sıfatları kevniyata bağlı olarak fiili tezahürleridir. Aksi takdirde Taaddüd-ü Kudema (Kadimlerin çokluğu) tuzağına düşülür. O maddeye veya nefislere hulul etmez, mekanlara/anlara sığmaz, kendisine istikamet, boyut veya araz izafe edilemez, tecessümü-teşbihi olamaz.
• Adl: Allah muhal, batıl, keyfi davranmaz, kullarına zor dayatmaz ve güç yetiremeyecekleri teklifle yükümlü kılmaz. Kimseye zulmetmez, kötülüğü irade etmez ve emretmez. “…O kendine Rahmeti yazmıştır.” (EN’AM, 12)
• El Vaad ve’l Vaid: Allah sözüne sadıktır, asla çiğnemez veya sözünden geri dönmez. Cenneti vaadettiğini Cehenneme atmaz, Cehennemle tehdit ettiğini bağışlanmaya matuf olmadıkça Cennetine koymaz. Her kul sonunda, şefaatle değil, kendi özgür iradesiyle kazandığının karşılığını bulacaktır.
• El Menziletü beyne’l menzileteyn: Kebire işleyen Müslüman dahi olsa, “iki menzil arası bir menzile” düşer ve sahih tövbe etmedikçe Cehenneme atılır.
• Emri bi’l maruf ve’n-nehyi ani’l münker: İyiliği emredip kötülükten alıkoymak Müslümanlara sadece farz-ı kifaye değil, farz-ı ayndır. Zorba ve zalim yönetimlere karşı örgütlü direniş tüm Mü’minlere görev ve ödevdir.
Gelgelelim, bu akılcı itikad mezhebinin aldığı herhalde en büyük darbe, şaşırtıcı biçimde kendi içinden çıkmıştır. Ebu’l Hasan El-Eşâri (873-935) önceleri Mu’tezili idi, ancak hocası Ebu Ali el-Cübbâi (-ö.916) ile yaptığı bir münakaşadan dolayı irtidad etti ve Ehl-i Sünnet saflarına katılarak Sünni Kelâm itikadını biçimlendirdi. O kilit tartışmanın hikayesi şöyledir:
“İhve-i Selase”: Üç Kardeş Meseli…
El-Eşâri “farazi üç kardeşin” halini hocası El Cübbâi’ye sorar. İlk ikisi reşit yaşta ölmüştür, birisi Mü’min diğeri azılı günahkardır. Üçüncüsü ise bebek yaşta vefat ettirilmiştir. Sonları nasıl olmalıdır? El Cübbâi Mü’min olanın Cennete, kâfir olarak ölenin Cehenneme gideceğini, bebek yaşta canı alınanın ise (İvaz gereği) bir çeşit “Huzur Mekanına” intikal ettirileceğini ileri sürer. El-Eşâri bebeğin Cennetteki kardeşiyle kavuşup kavuşamayacağını öğrenmek ister. El-Cübbâi bunun mümkün olmayacağını, zira Cenneti hakkedenin Mü’min olduğunu, bebeğin Cenneti hakkedecek bir marifet eylemediğini söyler. Bunun üzerine El-Eşâri sorar: “O vakit bebek Allah’a ‘benim canımı pek erken aldın, Müslüman olarak yaşayıp ölemedim, kardeşim gibi hakkedip Cennetine giremedim’ demez mi?” El-Cübbâi cevaben der ki: “O vakit Allah ona eğer yaşasaydı Müslüman değil kâfir olarak öleceğini bildiğini ve canını erken almakla ona lütuf ile rahmette bulunduğunu söyler”. Bunun üzerine El-Eşâri itiraz eder: “Bunu duyan kâfir kardeşleri de o halde Allah’a niçin onu küfre düşmesine müsaade edecek kadar yaşattığını ve bebek yaşta canını almadığını sormaz mı?” İddiaya göre El-Cübbâi buna bir cevap vermez, Hasan El-Eşâri’nin mecnun olduğunu söyleyip başından savar.
El-Eşâri’nin Milâdi 10. yüzyılda Mu’tezile saflarından kopması sonucu, oradan edindiği birikimlerle kuracağı “Eşariyye” ekolünün en önemli isimlerinin başında kuşkusuz Ebu Hamid Muhammed El-Gazzâli (1058-1111) gelir. El-Gazzâli’nin varlık dünyasında illiyetsizliğe dayalı Monist Sufi gizemciliği İslâm’a sokmasıyla birlikte, saf akla ve pozitif bilime dayalı bütün gelişmeler kademeli olarak sekteye uğramış, kör itikatler ve hurafeler alıp başını gitmiş, Abbasi Hilâfetinin Moğol istilası (1258) akabinde çökmesiyle birlikte, altyapıyı kurtaracak Mu’tezili akılcılık da artık bulunmadığından ötürü, İslâm Uygarlığı yüzyıllar süren saltanat kavgalarına, durağanlığa ve karanlığa gömülmüş, sonunda, bugün yaşanan eziklik ve çaresizlik noktasına gelinmiştir.
Eşariyye ve daha sonra saf akla biraz daha alan açmaya çalışmış Ebu Mansur el-Maturidi (853-944) eliyle türetilen yoldaş Maturidiyye Kelâmına göre, kul fiilerinde (tıpkı Cebriyye’nin ileri sürdüğü gibi) ihtiyar sahibi olmayıp, Allah kendi rızası dahilinde veya haricinde fiilleri kullarının meyline göre yaratır ve Allah tarafından yaratılan bu fiili kul kesbeder, yani “kazanır”, “hakkeder”. Sözgelimi birisi, masum bir adamı dünya malına konmak için öldürmeyi zihninden geçirip bunu eyleme sokmayı diler ve bu çirkin masiyeti Allah, o kulu için, hem de BUNA RIZASI OLMADIĞI HALDE, yaratır derler. Özetle, Allah’ın asla razı gelmeyeceği kötü bir fiili kul Allah’a YARATTIRTIR demiş olurlar. Halbuki Kur’an’da apaçık şöyle denmektedir (Al-Saffat, 180):
“Kudretli ve İzzetli Rabb’in onların vasıflandırmalarından münezzehtir.”
Kamu malını zimmetlerine geçirip kendilerince keyfini süren Emeviyyeci zorba fasıklara ilişkin ‘Amr bin ‘Ubeyd’in şu lafı, günümüz koşullarında hayli çarpıcıdır:
Birgün halk meydanda toplanmıştır ve oradan geçen ‘Amr ne oluyor diye sorar, “bir hırsızın elini kesiyorlar!” cevabını alınca, yorumu yapıştırır: “Allah Allah! İşe bakın; aşikâr hırsızlar gizli hırsızın elini kesiyorlar!”
İslâm Aleminin sefil ve perişan hallere düştüğü, Dinin ucuz oy siyasetlerine alet edildiği, muhafazakarlık kısvesi altında ahlâksızlıkların ve götürücülüğün yaygınlaştığı, edepsizliğin ayyuka çıktığı, çalıp-çırparak mal yığmanın Allah’tan rızık zannedildiği, gösterişe dayalı bir şekilci Müslümanlığın yüceltildiği şu günlerde, 2014 yılına girerken, Mu’tezile’nin değeri yeniden anlaşılabilecektir.
İktidar partisi odaklarınca iki yıldan beri, sıfır komşulu “değerli yalnızlığımız” ile borç batağında “ekonomik büyüklüğümüz” avuntularının alamet-i farikası olarak telaffuz edilen ve bugünlerde girişilecek olan Kanal İstanbul adlı sözde “çılgın proje”, epeydir tepki toplamakta. Çevrecilerin ve doğa uzmanlarının ısrarlı itirazlarına rağmen, hem de olası bir felaket senaryosunda ekolojik dengeyi perişan etmek pahasına, plansız-programsız kalkışılacak yapay bir boğaz geçidi düşüncesi, tarihte ilk olmayacağı gibi, cüret sınırlarını en zorlayanı hiç değil…
Süveyş (193km uzunluk, 205m genişlik, yapımı: 1869), Korint (6km uzunluk, 24m genişlik, dağlık alan 85m alçaltıldı, yapımı: 1893) ve Panama (77km uzunluk, 34-152m genişlik, dağlık alan 90m alçaltıldı, yapımı: 1914) Kanalları yanında, Kanal İstanbul denilen yaldızlı slayt-şovun 21. Yüzyıl itibariyle aslında pek bir çekiciliği olduğu da söylenemez. Zira, hazırda Çanakkale ve İstanbul adında iki eşsiz doğa harikası Marmara boğazımız var… velakin Boğaziçi’nin yanıbaşına, tıklım-tıkış kenti izole adaya dönüştürecek ikincisini kazacaksınız!
Topu topu 50 km’lik görece basit bir kazının yolaçacağı mükerrer kıtasal ayrıklık yüzünden, kopan yolları tekrar birleştirmek üzere üç yeni köprü öngörüldüğünden başka, civara üçüncü havalimanı da yapılacakmış… Kulağa pek ciddiyetli gelmiyor. Halbuki, biz daha eldeki köprüleri düzenli hizmette tutamıyor, mevcut havalimanlarını ise tam verimli kullanmayı beceremiyoruz. İstanbul’un trafik keşmekeşi de malum. Maazallah, köprü sayısı 5’e, 6’ya çıkarsa, halimiz nice olur?..
Herhalde, Silivri zindanlarına ulaşımı valiliğin bahşı ve lütfu üzere açılır-kapanır köprülere mahkum edip, toplumsal infialleri böyle dizginlemeyi düşünüyorsalar gerek!
Yahut, sırf “uzatmaları oynayan emperyalizmin taşeronu” olmak adına ve bugün Suriye kıyılarına dayanmış Amerikan savaş gemilerini Montrö’yü delerek yarın Rusya’nın karşısına Karadeniz’de rahatça çıkarabilmek uğruna, 10 milyar doları Boğaz’a gömmeyi göze alıyoruzdur belki de?
Rantabl mı? Hiç sanmam! Amerikancılığa bu kadar oynamak pek karın doyurmuyor artık. Keza, gerek onyıllardır ABD’ye yaslanarak yerli siyasete efelik taslamış “laiykçi militarizm”in paldır küldür delikten aşağı süprülüşü, gerek ABD sevdalısı olduğu halde devrik Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’den sonra bugün sıranın aynı sevdalılığa tutulmuş hangi “muhafazakarlara” gelmekte olduğu, aynı oranda ibretlik…
Nükte bir yana, çok daha esaslı itirazları konunun uzmanları etraflıca dile getiriyorlar. Örneğin Istıranca ve Terkos su kaynaklarına erişimin ortadan ikiye biçilmesiyle İstanbul’un gelecekte susuz kalma riski… Ayrıca, Marmara’nın önü alınamayacak bir biçimde balçık haline dönüşecek olması tehlikesi de azımsanamaz. Aşağıdaki yazı bu bakımdan oldukça aydınlatıcı:
Can Boğaz’dan geçer dedikleri kadar var hani!
Elbette benim buradaki serzenişlerim yaraya tuz bastırmaktan öteye gitmez. Ancak olay çılgınlıktan ibaretse, İstanbul Boğazı’nda yıllardır denetimsiz avlanan balıkçı takaları ile disiplinsiz eğlence teknelerinin görgüsüzce istilasına göz yumuluyor oluşundan dolayı, sabah-akşam öttürülen korna üstüne korna bağırtıları ve kalitesiz elektro-zırıltılar uzantısında, uluslararası suların en acılı günlerimizde bile kenti inleten bir kör-düğüm haline gelmesi, yeterince akıllara zarar bir durum zaten… Düzgün koordinasyon (ve doğru dürüst ahlak terbiyesi) sağlansa, ehven meblağlara pekala çözülebilecek Boğaziçi gemi trafiği sorununu, sırf yandaşlara rant ve ikbal sağlamak için ileride üstesinden gelinemeyecek daha dev boyutta korkunç rakamlı sorunlara tebdil etmenin çılgınca olduğu, haliyle ortada!
Hadi, madem biz Türkler bu kadar çılgınız ve asla sınır, dur-durak tanımıyoruz, ben de durumdan vazife çıkararak “deli saçması bir düşünce” ileri süreyim o halde… Huzurlarınızda kendi “çılgın procemi” şimdi açıklıyorum!
İşte, hafsala ötesi, en akla hayale gelmeyecek, gerçekleşse “hayaldi gerçek oldu!” diye yediden yetmişe (bu defa hakikaten) iftiharla bahsedip gururlanabileceğimiz, bir taşla kaç kuş vurduğunu hemen sayamayacağım, tarafımdan ülkemiz için çılgın mı çılgın bir Mega-proje:
Resim 1: Deniz seviyesinden 35 metre yükseklikteki Edirne mevkiinden Meriç-Arda-Tunca beslemeli olarak Ege’ye ve Karadeniz’e müşterek akacak 260 veya 300km’lik Mega-Kanal sistemi
Resim 1’de gösterildiği gibi, Meriç ve Arda Nehirlerinin denizden 35-40 metre yukarıda buluştuğu Edirne kenti mevkiinden hareketle, biraz kuzeydeki Tunca Nehri ile hem-zemin olunup, yahut daha güney bir noktadan, üçünün ortak kuvvetiyle hem Enes körfezine, hem de Istıranca Dağlarından açılacak en fazla 130 kilometre uzunluğunda bir Mega-Kanal sayesinde Rezve (Mutludere) çıkışı yapılarak Karadeniz’e, ulaşılacaktır. Yani, yaklaşık 300 km’lik bu hatta Yunanistan’dan girilecek, Türkiye içinden geçilecek ve Bulgaristan’dan çıkılacaktır. Yahut aksi yönde, Bulgaristan’dan girilecek, Türkiye içinden geçilecek ve Yunanistan’dan çıkılacaktır.
Tıpkı ABD’de, Mississippi Nehrinin ağzından taa 125 metre irtifadaki St. Louis’e kadar, vapurla 1250 kilometre yol iki yönlü alınabildiği gibi, Meriç deltasından Edirne’ye 5 kilometrede sadece 1 metre yükselinerek (yani iki kat fazladan eğimle, ama Mississippi’nin ortalama yüz katı daha az debi direncine maruz kalarak) gemilerin rahatça tırmanması mümkün olacaktır.
Böylece:
1. Ege ile Karadeniz suları, Edirne’ye doğru binde 2’lik tırmanan eğim yüzünden, birbirine asla karışmayacak ve ekolojik denge korunacaktır.
2. Edirne, denizden 35-40 metre irtifada bir liman-kent haline gelecektir. Bölge tarımına, hayvancılığına ve sanayiine hammadde nakliyatı buradan hemen yapılabilecektir.
3. İstanbul ile Çanakkale boğazlarının trafiği hafifleyecek, deniz ticaret yolları Mega-Kanal üzerinden yer yer önemli ölçüde kısalarak ciddi yakıt tasarrufu sağlanacaktır.
4. İstanbul’a yığılan göç dalgası Edirne ile civar Trakya kentlerine yönlenecek ve bu beldeler kalkınırken İstanbul rahat bir nefes alacaktır.
5. Türk–Bulgar–Yunan ekonomilerinin, keza diğer ülkelerin, projeden doğacak ortak menfaatleri gereği, Mega-Kanal uluslararası işbirliği ve yatırım gerektirecek, ortak kalkınılacak ve dostluklar pekişecektir.
6. Bulgaristan’daki bir düzine barajın deşarj insafına bırakıldığı için bölgede sürekli yaşanan ve son yıllarda dramatik bir şekilde artarak kronik felaket haline gelen sel taşkınları, kalıcı olarak önlenecektir (http://topraksuenerji.org/Edirne_Taskinlari.pdf).
7. Bu kapsamda, Yunanistan ile sınır-ötesi uzlaşı gerektirdiğinden, Meriç’in bir türlü çözümlenemeyen taşkın ve sedimentasyon seddeleri sorunu aşılacak ve atıl kalan yatak ıslah ve genişletme çalışmaları kalıcı olarak bitirilecektir.
8. Yine bu kapsamda, Bulgaristan ile sınır uyuşmazlıkları yüzünden çözümsüz kalmış mukadder bir Suakacağı Barajı yapımıyla uğraşmak gerekmeyecektir (http://www.trakyagazete.com/kose-yazisi/96/hayal-degil-proje-uretelim.html). Meriç yatağında taşkın kaldırabilecek maksimum debi kapasitesi saniyede 1000 metreküp olduğundan ve Bulgar baraj gölleri boşaltıldığında bunun yaklaşık iki katı debi gerçekleşebildiğinden ötürü, yaşamı felç eden sel felaketleri hemen her yıl yaşanmaktadır. Mutludere için de vaziyet benzerdir. Mega-Kanal ile bu sorunlar topyekün aşılacaktır. Proje çerçevesinde, baraj deşarjlarıyla gelen fazlalık debiyi enerji üretiminde kullanmak ve aynı zamanda sürtünmeyi de azaltarak gemilerin seyahatini rahatlatmak mümkündür. Bunun için Mega-Kanal zeminine hidro-elektrik türbinler yerleştirilebilir ve kaba hesapça yıllık ortalama 100MW elektrik gücü elde edilebilir.
9. Sınırlarımız içinde kalan Tunca, yönleri kuzeye çevrilebilecek Meriç ve Arda akarsularıyla oluşturacağı bir gölete dönüştürülmek suretiyle, transit gemiler için konaklama alanı sağlayacaktır. Yahut gölet, resimde eflatun renkte çizildiği gibi, biraz daha güney bir noktada (eğer taşkınları böyle de önlemek mümkünse) pekala oluşturulabilir.
10. Kanalın Istıranca dağlarından geçecek kısmının kanyon kazılarından ortaya çıkacak değerli madenler ayrıca işletilebilecektir.
Resim 2: Yüzde 0.2 eğimle Edirne’den hem Rezovo’ya hem Enes Körfezi’ne 100’er metreküp saniye debili su akışı için, Yıldız (Istranca) Dağları boyunca 130km uzunluğunda, 30m genişliğinde, 11m derinliğinde bir kanal öngörülmektedir.
Resim 2’de gösterildiği gibi, Enes körfezinden Bulgaristan-Türkiye doğu uç sınırını oluşturan Mutludere (Rezve) ağzına kadar, toplam 260 yahut 300km uzunluğuna sahip olacağı vazedilen hat, Edirne kentinden binde 2’lik eğim ile, bir yandan Yıldız (Istrınca) Dağları boyunca 107 yahut 130km uzunluğunda 30m genişliğinde 11m derinliğinde bir kanala yönelmekte, diğer yandan mevcut Meriç yatak genişliğinin ve derinliğinin bu verilere göre düzenlenmesi gereğini işaret etmektedir.
Hal-i hazırda 130 ila 300 metre genişlikte, 4 metre derinlikte ve saniyede 200 metreküp debiyle akan Meriç Nehri yatağının ıslahı, kapasiteli yük gemilerinin yer yer çift sıra tırmanmalarına/inmelerine uygun ölçülere getirilmelidir. Edirne’den Rezovo’ya kadar alçaltılması gereken ortalama 400 metre yüksekliğinde dağ kütlesi de çizilidir. Bu kanal içinde gemilerin tek-sıra çıkarken veya inerken kafa kafaya gelmemesi ve birbirlerini sollayabilmeleri için baypaslar tasarlanması sözkonusudur. Bunların günümüz teknolojisi ve bölge jeolojisi itibariyle yapılabilmesi, kanımca imkan sınırları dahilindedir.
Mega-Kanal sisteminin düzenli su akışını sağlamak ve gerektiğinde ona debi takviye etmek üzere, hazırdaki Kızılçay, Ergene ve Keşan akarsu beslemelerine ilaveten, planda akıllıca bir güzergah seçilerek kullanıma açık hale gelen Süloğlu, Kayalıköy, Kırklareli ve Armağan baraj rezervlerinden yararlanılabilir. En zor durumlarda, Bulgaristan’daki kurulu barajlardan deşarj takviyesi istenebilecektir. Böylece, projede daimi ve işgörür bir debi sağlanacaktır. Mevcut sulama alanlarının ihtiyacında bir eksilme olmamasına ve tarımın zarar görmemesine bilhassa özen gösterilecektir.
Genel bir çerçeve çizmek için, Resim 3’te Meriç Nehri havzası gösterilmiştir:
Resim 3: Trakya’da Meriç Nehri havzası ve önemli diğer akarsular.
Başkent Üniversitesi’nin bir mensubu olarak ve Nükleer Enerji Mühendisi pederim Prof. Dr. Tolga Yarman’dan aldığım teknik destekle, bu projeyi, Silivri zindanlarında hukuksuz yere dört buçuk yıl tutsaklık geçirmiş değerli kurucu rektörümüz ve Zonguldak Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Haberal’a, gönülden sevgi ve saygılarımla, ithaf ediyorum. Masum oldukları halde çakma delillerle hayatı karartılmış diğer vatansever dostlarımız ile yakınlarını da bu vesileyle buradan selamlıyorum. Bilhassa Haberal büyüğümüzün öncülüğünde ve girişimciliğinde, “çılgın önerimin” ciddiyetle değerlendirilip, bir Üniversite Projesi olarak gerçekleştirilebileceğine inanıyorum.
Eskilerin dediği gibi:
“Zora dağlar dayanmaz, aşığa yollar dayanmaz”.
29 Ağustos 2013
Dr. Ozan Yarman
Not 1: Deniz seviyesinin 35 metre yükselmesi halinde, Trakya’daki dere yataklarının su hacmindeki artış alttaki animasyonda görülebilmektedir.
Not 2: Mesafenin 30 km kısaldığı ve daha az ormanlık alana tecavüz eden alternatif tercihe şayan bir yol, Edirne’nin içinden geçtikten hemen sonra Bulgaristan’ın Burgas liman kentine dosdoğru bir hat çizmekle sağlanabilecek olup, bu durum aşağıda resmedilmiştir.
KAMU VE DEVLET:
Komünal Anarşizim ile Merkezin Dengelenmesi
Önceki yazımda, ülkemizin Sezaropapist (yani, ruhban-dışı kesimin ruhaniyet ölçülerini keyfi ve dünyevi siyasetine göre belirlediği) hükümetlerce yönetilen “Laisiteci bir Sünni-Türk İslamlığı” olduğunu ve Gazi Mustafa Kemal’den bu yana iktidara hangi kesim gelirse gelsin bir tür Müslüman-Bizantizm (keza “Anti-Bizans”) refleksiyle davrandığını etraflıca irdelemiştim. Yani bizde din ve devlet hiçbir surette ayrışmıyor, Müslümanlık inancı, Şeyhülislam’ın tarihteki makamı olan Diyanet İşleri marifetiyle zaptedilip, yerleşik kaderci-teslimiyetçi Sünni temalar öyle ya da böyle iktidarın meşruiyeti için gerektikçe kullanılıyor. (O arada, Alevilik gibi kendince sivrilmek isteyen alternatif akımlara göz açtırılmıyor.)
Bu önceleri tepeden inme bir “Kemalist Müslümanlık” anlayışıydı, sonraları NATO maşası “büst Atatürkçülüğü”, nihayetinde daha düne kadar marjinal sayılan İslamcıların güce konup siyasi rakiplerini tepe taklak devirmesiyle, rövanşist bir Osmanlı hayranı Ameriko-Sünnici kapitalizm…
Esasen, kurumsal Sünnicilik gibi emperyalizmin taşeronu olma meyli ikiyüzyıldır tescillenmiş bir yapı sözkonusu olduğunda, Sezaropapizmin bizi ilkelleştirip bayağılaştıran köhne bir idare olduğunu vurgulamış, Allah’ı yeniden bulacağımız adaletli sivil bir sistemi – tıpkı İran gibi – kendi içimizden varetmeliyiz demiştim.
Bu yazımda da, yukarıdaki görüşümü devam ettirerek, özellikle Kamu ile Devlet kavramlarının bizde nasıl olup da pek yanlış olarak aynı şeyi temsil etmekte kullanıldığını ve aslında uygulamada niçin ayrışmaları gerektiğini vurgulayacağım.
1 Mayıs 2013 tarihinde Taksim’e yürümek isteyen sendikal gruplara karşı bütün hışmıyla girişen organize polis terörü (insaf ve erdem sahibi görevlileri tenzih ederim, ancak), insancıl Gezi Parkı eylemlerine yönelik aynı şiddette kudurmuşçasına kendini gösterince, işler birden çığrından çıktı. Hükümet edenlerin basiretsizliği, vicdansızlığı ve milleti enayi yerine koyan yüzsüz açıklamaları sebebiyle, insanlar patlama noktasına geldi ve azıtmış devlet zorbalığına karşı bütün Türkiye galeyana gelip ayaklandı.
Kendisini dışlanmış hisseden ve duyguları incinen her kesimden ve sınıftan milyonlarca insan sokaklara taşıverdi. Ülke şahlanırken yurtdışından da destekler, hatta idarecilerimize kınama uyarıları yağmaya başladı. Böylece beklenmedik birşey oldu. Belki de ilk kez, muhafazakar künyeli zorbalığın emir kulu olan kasklı-kalkanlı lejyonlar, bu beklenmedik müthiş direniş ve siyaset-üstü kenetlenme karşısında meydanlardan püskürtüldü ve polis – tabir caizse – tabanları yağlayıp tüydü.
Yaşananlar bana göre şu gerçeğin göstergesidir: Devletçilik, yani herşeyi en iyi ve en doğru şekilde “devlet baba”nın bileceği ve onun izni olmadıkça hepimizin yerimizde oturmamız gerektiği yönündeki ferasetçiliğe itaat zihniyeti, “yaramaz marjinal çocukları” olan Türkiye halkı tarafından tepelendi. Demokrasi, yani çoğunluğun her dilediği haltı kimseye sormaksızın sırf sandıktan tartışmalı edindiği sayı üstünlüğüne dayalı demagojik bir meşruiyete göre, diğer herkesin hilafına yapabilme hürriyeti zannedilen şımarıklık, toplumdan okkalı bir şamar yedi. Oyuncağı elinden alınmış veled zırıltısı gibi yetkili ağızların sarfettiği aymazlık ve özünü beğenmişlik ifadelerinden de görülen o ki, hala daha kendine gelebilmiş değil.
Vaktiyle, aynı despot devlet mekanizmasının “laiykçi-ulusalcı” elit unsurları tarafından itilip kakılan ve post-modern otoriter baskılardan çokça çekmiş olan sempati duyduğum dindar garibanlar, iktidara iyice konduklarında, geçmişlerini ve mazlumluklarını pek çabuk unuttular… na-hak servetlerle semirerek mağrur, kibir sarhoşu, içmeksizin kafası kıyak riyakarlar oldular. Sonuçta yıllar önce itaatsizlikleriyle edeplendirmeye çalıştıkları ceberrut devletin ta kendisi olan zorbalara ve şakşakçılara dönüştüler. Hizmetten anladıklarıysa “Rabbena hep bana, biraz da yandaşıma”…
Zaten bu ülkede hangi tekil hükümet işbaşı yaparsa yapsın, seçmenin iradesinin büyük oranda temsil edilmediği bir ortamda, iktidarı kapanın çok geçmeden mazlumluktan gaddarlığa adım attığı tecrübeyle sabittir. Alttan gelen üsttekine biner, ayaklar baş olup altına alabildiğini ezer. Böyle gelmiştir, böyle gider…
Türkiye’nin büyük bir boşluğu da böylece açığa çıkmış oldu: Meclis çatısı altındaki muhalefet partilerinin, onca paravan söylem ve küfürleşme arkasında, meğer alternatif avanta kumpanyaları ve makyevelist şebekeler olarak ülkeyi yapay ideolojik eksenlerde bölmekten başka bir işe yaramadıkları anlaşıldı. İktidar olsun, muhalefet olsun, demek ki bütün yaygara, sırf oy deposu olarak gördükleri taban kitlelerin üzerine basarak yükselmek suretiyle grup menfaatlerini kollamak içinmiş… Ülkenin hayrı bunları zerrece ilgilendirmiyormuş… Hepsi bir tarafından tutup kendi çıkarına yontma derdindeymiş…
Oysa, Türkçüsü-Kürtçüsü, Sünnisi-Alevisi, Fenerlisi-Cimbomlusu, Hristiyanı-Müslümanı, Dindarı-Agnostiği, Atatürkçü romantiği – AntiKapitalist İslamcısı biraraya gelip pekala faşizme karşı tek-vücut olabiliyormuş. Nitekim, halkın yöneticiler tarafından habire çocuk yerine konulmaya karşı usanmışlığı ve asıl hissiyatı günlerce meydanlarda yankılandı. Satılmış medya ve iktidar payandası mal köşe yazarları ise, çemkirmekte, kıvırmakta, olayları örtbas etmekte maşallah birbirleriyle yarıştılar.
Bazı parlementerler ise, bireysel girişimleriyle olaylara müdahil olmaya ve varlık göstermeye çalıştı, ama bu büyük direnişten mensubu oldukları partilere siyaseten ekmek çıkmadı. Şecereleri dikkate alındığında çıkması da mümkün değil zira.
Özetle, ikiyüzlü söylemleri ve seviyesiz kindar atışmalarıyla Ankara Merkeziyeti, herhalde ilk kez karşısında, ululemre itaatçi gözü dönmüş polis vahşetini dize getirerek fiiliyata geçebilen komünal ve anarşik bir Kamu Gücü buldu. Bu sayede, nitelik ve vizyon yoksunu muhalefet kanadının zerrece denetleyemediği çoğunlukçu bir hükümetin keyfilikte sınır-tanımazlığı ve lütufkarane ferasetçiliği, gerçek anlamda (kısa bir süreliğine de olsa) dengelendi. Hiç olmazsa, burunları sürtüle sürtüle dengelenebileceği ortaya çıktı. Bunun devamı da elbette gelecektir.
Tarihte bilhassa Oliver Cromwell ihtilalinden sonra Britanya Krallığı’nda Lordlar ve Avamlar (esasen “Komünler”) Kamaraları şeklinde pekişen iki-başlılık, bizde bugün yaşanan oluşumun yüzyıllar önceki hali sayılabilir. Aynı şekilde ABD’de Başkan ile kabinesini dengeleyen Kongre öyledir (yahut en azından yakın bir zamana kadar öyleydi). Yine benzer olarak, İran’da Ayetullahlar Konseyi ile reisleri Veli el-Fakih Hamaney’i kısmen tartan Cumhurbaşkanı Hatemi/Ahmedinecad önderliğindeki halk meclisi budur. Ayrıca, Lübnan’da devlet-içre-devlet olan Hizbullah’ın rolü de böyledir. Örnekler çoğaltılabilir. Hepsi özerk Kamu Gücü ile Merkezin ciddi ölçüde tartılmış olduğuna dair rahatlıkla ileri sürülebilir.
Aksi yönde ise Napolyon, Hitler, Stalin, Franco, Mussolini ve Hirohito totaliterlikleri gösterilebilir. Keza, şu müstakbel tepeden inme Türk-usulü Başkanlık Sistemimiz… Demek ki sorun, bizdeki faşizme kayan, üniter mono-kameral parlementer sisteme özgü ve kapitalist mülkiyetçiliğe endeksli denetimsiz (yürütmenin güya başı olan Cumhurbaşkanlığı makamının yıllardır resmen işlevsiz kaldığı) iktidar konsolidasyonundan kaynaklıdır.
Hem sonra, ne kadar hükümet aleyhinde höykürseler de, muhalefet partizanlığı son toplamda kirlenmeye müsait bir devlet uzvudur. Yarın iktidar olsalar pek doğal olarak gidenleri aratmazlar. Hepsi de esasen aynı kertede çıkarcı ve fırsatçıdır. Daha da kötüsü, ülkeyi kendi sentetik siyaset eksenlerinde parçalamakta asla beis görmemektedirler. Bu siyasetçilerin bugüne kadar yaptıkları, Türkiye’yi biteviye kamplaştırmak ve dar grup menfaatleri için insanları birbirine düşürmekten ibarettir.
Bu durumda Cumhuriyetimizde köklü yapısal değişiklikler lazımdır. Toplumun ayakları yere basan sosyolojik realitesi bir tarafta, devletin ayakları yerden kesilmiş sembolojisi, liderlerin çoçuksu atışmaları, uçuk-kaçık beyanatları, çılgın projeler, açılımlar ve süreçler ise diğer taraftadır. Kamu ile devlet arasında ciddi bir uçurum vardır. PKK terörü de esasen bu yüzden, devletin dizginlenemez baskıları, keyfiyeti, ihmali ve zulmü sebebiyle patlak vermişti ve 30 yıl sürmüştür. Bu iki kavram eşanlamlı olmamalıdır; aklı başında hiçbir sistemde Halk ile Merkez uygulamada aynı olamaz zaten.
Ancak bu nihayet aşılacak gibi görünmektedir. Saygınlığı yerlerde sürünen bir meclisin tüm partileriyle başı çektiği Merkezin bir türlü temsil edemediği kitleler, 1 Mayıs’ta birbirlerinden kopuk sendikal grupların başaramadıklarını 31 Mayıs’ta başarmıştır. Ortak bir rotada birleşen bu kitleler, devlet faşizmine boyun eğmeyip, çıkarcı siyasilere de prim vermeyerek, Komünal Anarşiyi her tür engellemeye rağmen hayata geçirmiş ve Merkezi geriletmişlerdir. Milyonlar Ankara’nın kapalı kapıları ardından dayatmayla hükümet edilmeksizin de varlıklarını sürdürebileceklerini, kimsenin iznine, ferasetine, müsaadesine muhtaç kalmadan medenice, kardeşçe, çalmadan çırpmadan adam öldürmeden çağdaş insanlar olarak birarada durabileceklerini ispat etmişlerdir.
Bundan sonrası, Komünal Anarşinin Merkezden özerk olarak meşru kabulünü ve anayasal statüsünü tesis edebilmek olacaktır. Dayatma varsa icabında karşı-dayatmayla hatta. Zira, meşruiyet tepsiyle ikram edilmez, mücadeleyle kazanılır.
O arada İslamiyet’in, Sünnici terörü koynunda besleyecek kadar sapıtmış sığ kafalı abdestli kapitalist merkez sağın tasallutundan ve aynı şekilde bağnaz büst Atatürkçülerinin fütursuz kokteyl sosyetesi ayarındaki Allahsızlıklarının gölgesinden muhakkak kurtarılması şarttır. Bu da ancak, İslam’ı Mutezile gibi akli – Kur’ani ve sol bir yorumla ihya edip, kimsenin özelini ahlak zabıtası kesilerek deşmeyen, ama kutsallara alenen tecavüz edilmesine de cevaz vermeyen bir medenilikte sisteme katmakla mümkündür. Toplumsal barışın uzun vadede yegane formülü bence budur.
Yoksa hani şu bizim Sezaropapizm daha çok tazyikli su kaldırır.
2014 yılı ve Mu’tezile
Mu’tezile, İslâm Medeniyeti’nin birinci ve kuşkusuz en önemli Kelâm (Diyalektik) akımıdır. Öncülü olan “Kaderiyye”nin felsefe ve mantıkla sistematize edilerek gayet sağlam doktriner temellere dayandırılmış rasyonalist devamıdır. Kaderiyye de keza, ya ironik bir adlandırma olarak “İlahi Kaderi reddedenler” yahut daha büyük olasılıkla “insanın kendinden kudret yetirebileceğini savunanlar” muhalefeti olup, Hicret’in ilk yüzyılında Emevi odaklı iktidar kapışmasının gırla gittiği bir dönemde, ilk kez Ma’bed bin Halid el-Cüheni (-k.699) tarafından ortaya atılmıştır.
Resulullah Hz. Muhammed’in (570-632) vefatını izleyen dönemde Emeviyye, Ehl-i Beyt kıyımlarını ve İslâm’da saltanat müessesesini Allah’ın takdirine payandalıyor, işledikleri türlü entrika, yağma ve vahşetlere bu yolla meşruiyet sağlamaya bakıyorlardı. Nitekim Muaviye bin Ebu Süfyan (602-680), kendi saltanatının Allah’ın kaza ve kaderi olduğunu, buna karşı çıkmanın ise Allah’a karşı çıkmakla eşanlama geldiğini bilhassa söylüyordu. Sıffin Fitnesi (657) ertesinde, Muaviye’nin, Ali bin Ebu Talib’den (-k.661) ayrışan radikal “Harici teröristlere” süikast tertipleterek Emir ül-Mü’minin’i katlettirdiği ve ardından varisi Hz. Hasan’ı (625-k.670) ev halkından bir kadını ayartarak zehirlettiği vesikalardan malumdur. Bu iki aziz insanın ölüsü üzerinden dahi kendisine ve veliaht kıldığı oğlu Yezid’e yönelik olası başkaldırıları sindirmek amacıyla, Ehl-i Beyt halkına ve bilhassa Hz. Ali’ye camii hutbelerinden lanet okutma geleneğini başlattığı da bilinmektedir. Bu rezil uygulama ile bunu izleyen türlü adaletsizlikler, rüşvetler, rantlar ve cinayetlerin kamçıladığı kitlesel hoşnutsuzluk, Kaderiyye ve Mu’tezile akımlarının yükselmesine yol açtığı gibi, nihayetinde onların da düşünsel desteğinden beslenerek, Emevi saltanatının yıkılıp yerine Hz. Peygamber’in amcası Abbas bin Abdülmuttalib ile doğrudan akrabalık bağı bulunan Abbasi hanedanının geçmesine kadar sürmüştür.
Sözkonusu ara-finale tırmanan yolda, kendinden olmayan herkesi tekfir edip kılıçtan geçiren Harici (İbadi) terörüne ve bitmek bilmez kaotik anarşi ortamına karşı, Kelime-i Şehadet getiren tüm kişileri amellerine aldırmaksızın tastamam Mü’min kabul etmeyi salık veren arayolcu “Mürcie” (Günah Ertelemeciler) ekolü türemiş ve Emevi iktidarına yönelik kitleleri yatıştırıcı bir rol üstlenmiştir. İlâveten, Emevi zorba siyasetinin epistemolojik altyapısını çok geçmeden Cehm bin Safvan’ın (-k.745) “Cebriyye” (Dayatımcılık) fikri doldurmuştur.
Allah-ı Teala’nın insanlık tarihi üzerindeki mutlak yaptırım iradesi, Ma’bed ve takipçisi Geylan ed-Dımeşki (-k.723) tarafından fikren hükümsüz bırakılınca, Cehm bin Safvan “Cebr” görüşünü ileri sürmüştür. Buna göre insan amellerinde bir ihtiyar sahibi değildir; yaptığı işleri zorunlu olarak eyler. Cehm’in ileri sürdüğü bu bakışa göre insan her daim mecburdur; fiiliyat kudreti yoktur. Yaptığından başkasını yapmaya asla güç yetiremez. Kul, rüzgarın önünde sürüklenen yaprak gibidir. Yaprağın yönünü nasıl ki yaprağın kendi değil de rüzgâr belirliyorsa, aynı biçimde insanın yaptığı işleri de Allah takdir eder ve ona dayatır. Allah meydana gelecek olayları tamamen ve ezelden kendi iradesine göre tespit etmiştir. Allah, doğada “ruhsuz bir bitkinin” tüm hareketlerini tayin ettiği gibi, insanın fiillerini de öylece yaratır. Yukarıya fırlatılan bir taş yerçekimi etkisi altında nasıl düşmeye mahkûmsa, insan da yaptığını yapmaya mahkûmdur. Sonuçta kul, ibadetini de, küfrünü de, günahını da, haramını da elinde olmaksızın, Allah’ın dilemesiyle işler…
Bu görüşte olan asli Cebriyye’ye “Cebriyye-i Hâlisa” (Öz Dayatımcılık) denmiştir ve zümrenin mümessili Cehm bin Safvan olduğundan dolayı, münhasıran “Cehmiyye” diye de adlandırılmıştır. İlginçtir ki, aşırı bazı fikirlerinden ötürü katledilen Cehm ile yine benzer şekilde katledilen hocası Ca’d bin Dirhem (-k.742), daha sonra Mu’tezile’nin formülasyonlarında benimseyeceği “Kur’an’ın mahlûk olması” gibi birçok aykırı düşünce ortaya atmışlardır. “Cebriyye-i Mutavassıta” (Ilımlı Dayatımcılık) diye adlandırılan ikinci zümreye gelince, bunlar, kulda bir tür farkındalık kudreti olduğunu kabul etmekle birlikte, bu kudretin insanın fiilleri üzerinde hiç bir etkisinin bulunmadığını itiraf ederler.
Cebriyye’nin temel doktrinleri şunlardır:
1- İman Allah’ı bilmek, küfür ise onu bilmemektir; buna göre iman, ilim ve marifetten ibârettir.
2- Allah’ın Zatî sıfatlarından başka sıfatları yoktur. Kur’an’da adı geçen Sem’î (Duyan), Basar (Gören) gibi sıfatları gerçekte zahir değildirler, bu yüzden te’vil edilip yorumlanırlar. Allah’ı yarattıklarının sıfatıyla nitelemek doğru değildir.
3- Allah’ın Kelâm sıfatı da kadim değil, hadistir (sonradan olmadır). Bu yüzden Kur’an mahlûktur, yani yaratılmıştır.
4- Allah’ın İlmi de keza ezeli değil, hadistir. Bu yüzden Allah bir şeyi meydana gelmesinden önce bilemez.
5- Cennet ve Cehennem geçicidir, ebedi değildir. Çünki Allah haricinde hiçbir şey ebedi olarak kalmayacaktır. Kur’an’da bazı ayetlerde geçen ebedilikten maksat uzun süredir.
6- Ahirette Allah’ı görmek mümkün değildir. Görülecek olsaydı, mekan ve istikamet izafe edilmiş olur ve bunlarla sınırlanırdı. Sınırlandırılamayacağına göre gözle idrak edilemez.
7- Kabir azabı yoktur. Azab için diriltilmiş beden gerekir.
8- Ahirette şefaat söz konusu değildir. Yoksa Allah’ın iradesi dışında karar vericiler tayin edilmiş olurdu.
Uzun sözün kısası, mutlak determinizmacılık, İslâm’ın ilk yüzyılında Emevi siyaseti çerçevesinde Müslüman tabanın düşünce yapısını şekillendirmiş ve “Ehl-i Hadis” veya “Selefiyye” olarak tanınan avama hakim ulemaya sızmış, sonrasında (her ne kadar Ca’d ile Cehm’i tekfir etseler de) onlar üzerinden yüzyıllar içinde ılımlı bir kadercilik anlayışını benimseyecek olan “Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat” koalisyonuna aktarılmıştır.
Bu gelişmeler karşısında, insanın hür iradesini ve Allah’ın mutlak adaletini birarada savunan bir akım özelliğinde oluşan Mu’tezile, “i’tizal edenler” (ayrışanlar, bir kenara çekilenler) anlamında Hicri 2. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu betimleme, ünlü muhaddis Kaderiyye İmamı Hasan el-Basri’nin meclisinde, “büyük günah işleyen Müslüman hakkında Hariciyye (Hz. Ali’ye Sıffin’de başkaldıran radikal taraf) ‘Dinden çıkıp kâfir olur’, Mürcie (Günah Ertelemeciler) ise ‘inancı sayesinde mü’min kalır ve hidayete erer’ diyorlar; gerçekte, o kişinin durumu nedir?” tartışmasında ileri sürülen özgün bir pozisyona bağlanır. Hocasına cevap fırsatı vermeyen Va’sıl bin ‘Ata (699-748) oturduğu yerden kalkıp “o kişi ne kâfirdir, ne mü’min… ikisi arası bir konumdadır; tövbe etmedikçe Cehennemdedir” diyerek İmam Hasan’ın çekirdek halkasından uzaklaşır ve bu farklı görüşünü mesciddeki diğerleriyle paylaşmaya koyulur. Bunu gören Hasan el-Basri’nin “Va’sıl bizden i’tizal etti” (Ka’d itizâlâ ennâ Va’sıl!) yorumunu yapmasıyla Mu’tezile’nin doğuşu tarihlendirilir.
Kaderiyye ekolüne mensup Zahid İmam Hasan’ın diğer bir parlak müridi olan ‘Amr bin ‘Ubeyd (ö. 761), hocasının vefatı ardından Va’sıl’a katılır ve Mu’tezile, İslâm tarihindeki ilk akılcı Kelâm hareketi olarak belirir.
Bir diğer anlatıma göre Mu’tezile, Emir ül-Mü’minin Hz. Ali bin Ebu Talip ile, Mekke’nin fethinden sonra ancak iman edebilmiş Şam valisi Muaviye bin Ebu Sufyan arasındaki kavgada taraf tutmayan (keza, Sünni-Şii-Harici çatışmalarında vuruşmayı reddeden) Müslümanları betimlemektedir. Ancak bu duruşun o evrede teolojik bir boyutu temsil etmediği aşikardır.
Mu’tezile, Hasan el-Basri’nin de vefatına dek kuşkusuz dahil olduğu, kaderciliği reddedip kulların özgür iradesini savunan ve bu sayede yeryüzündeki kötülüklerden Allah’ı tenzih etmiş Kaderiyye mezhebinin vârisi olup, Moğol istilasına kadar sürecek beşyüzyıl boyunca, yoğun dini, felsefi ve siyasi etkinlik sergilemiştir. Yahudi, Hristiyan, Zerdüşti, Manikeist, Budist, Naturalist, Panteist, Ateist ve türlü diğer gayri-müslim ahbardan İslâm Dini’ne yöneltilen saldırılara karşı göğüs geren, bunun için de çağın en güncel felsefe, mantık ve akıl yürütme araçlarını seferber eden ilk sağlam düşünce akımı Mu’tezile olmuştur.
Öz akrabaları tarafından zehirlenerek şehit edilen Halife (II.) Ömer bin Abdülaziz (682-720) gibi takdir edilesi istisnaları saymazsak; kaderciliğe yaslanmış Emevi zorbalığının saltanatına son veren hareketin içinde yeralan Mu’tezile, başlangıçta Abbasilerin yükselişine omuz verdiği halde yeni rejimin kuruluşunda hayli itilip kakılacak, ancak sonraları uzunca bir müddet Hilâfet makamının resmi ideolojisi olarak kabul görecek, nice imamlar, kadılar ve vezirler yetiştirecek, ardından gözden düşse bile gündemden yüzyıllarca hiç düşmeyecektir. Mu’tezile, Büveyhoğulları, Selçuklular ve Harzemşahlar zamanında da yönetici sınıflar üzerinde etkisini sürdürmeye devam etmiştir.
Kendilerine “Ehl-i Hadis” veya “Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat” yahut “Hakk mezhebi” diyen dağınık fikirli kesimler tarafından, bin yılı aşkın zamandır çok cahilâne ve insafsızca “dalâlet fırkası”, “ehl-i bid’at”, “bozuk yol” yakıştırmalarıyla itham olunan ve na-hakk yere sürekli tekfir edilen Mu’tezile, zalim iktidarlara boyun eğdiği halde görece önemsiz füruatta aşırı gitmeyi akide ve marifet zannedegelmiş mutaassıp yobazların halkı birbirine düşüren bağnazlıkları karşısında, sağlıklı ve bütünsel bir iman için insan aklının nakli anlamadaki önemini vurgulamış, desteksiz söylentilere dayalı taklid ile sorgusuz itaati kıyasıya eleştirmiş, sağlam akılcı metodlarla Kur’an’a ve Sünnet’e en güzel ve en doğru riayet etmeyi gözetmiş, Yaradan ile Resulünü ilahi vahye aykırı yakışıksız anlatımlardan hep tenzih etmiş, Allah’ın birliğini ve adaletini herkesten çok layıkıyla savunmuş, bu nedenle “Ehlü’l Adl ve’t-Tevhid” olarak tanımlanmayı hakkederek, İslâm Uygarlığının bilimsel/sanatsal yükselişinde herhalde en çok hizmeti geçen bir öğreti olmuştur.
Kendilerini “Hakk mezhep” olarak tanıtan dağınık hadis ve fıkıh imamları ise – daha birbirlerine tahammül edemezlerken ve mezhep taassuplarıyla fırkalaşmayı başlatıp aralarında yüzyıllarca kan dökülmesinin temellerini attıkları halde – aykırı görüşleri yüzünden Ca’d bin Dirhem, Cehm bin Safvan, Ma’bed bin Cüheni ve Gıylan ed-Dımeşki’yi katlettirdikleri gibi, Mu’tezile’ye karşı da zındıklık ithamları savurmuşlar ve devlet baskısı uygulanması yönünde kışkırtmalarda bulunmuşlardır. Onların bu tavırları karşısında ‘Amr bin ‘Ubeyd: “bu Haşeviler din için bir afettir, çünki bunlar insanları adaletin gerçekleşmesi için kıyam etmekten alıkoyuyorlar” sözleriyle isyan etmiştir. Mu’tezile’nin sonraki büyüklerinden Câhiz (-ö.869) de keza, “Teşbih ehli” olarak nitelendirdiği bu hadisçileri: “güce, iktidara, sayısal çoğunluğa ve servete dayanarak ayak-takımının kör itaatinden medet ummakla” yermiştir.
Nitekim Ehl-i Hadis alimleri, her dönemde olduğu gibi o dönemde de kötü yöneticileri eleştirmeyi fitne, zalimlere lanet okumayı bid’at ilan ediyor ve egemen efendilerine körü körüne hizmet ederek taban kitleleri yoz bir itaatle uyutuyorlardı.
Ne yazık ki, Mu’tezile hareketinin Bağdat kolu, Abbasi Halifeleri Me’mun-Mu’tasım-Vâsık dönemlerinde Kadıların Kadısı Ahmed bin Ebu Du’ad (-ö. 854) önderliğinde başlatılan talihsiz Mihne (833-848) sürecinde, geçmişte uğradığı haksızlıkların acısını çok sert çıkardı. Mu’tezile’nin Basra kanadının şiddetli muhalefetine ve gelecekte mahva uğranacağına dair uyarılarına rağmen, Ahmed bin Hanbel (-ö. 855) gibi saygın isimlere fikr-i sabitlerden dolayı yıllarca ölesiye işkence uygulamaktan geri kalınmadı. Bunun sonuçları Mu’tezile için çok ağır oldu. Nitekim, Vâsık’ın ardından tahta çıkan Mütevekkil döneminde Mu’tezile mezhebi bir anda gözden düştü ve resmi makamlardan tamamen dışlandı. Halife Mütevekkil bununla da yetinmeyerek Mu’tezile’yi topyekün karalama propagandası başlattı ve onların aleyhinde hınçla bilenmiş rakiplerini üzerlerine saldı. Amansız bir karşı-kıyım operasyonu sonucunda, Mu’tezile’nin en gözde isimleri sürgün edildiler, bazıları hapse atıldılar veya katledildiler. İlâveten ekolün kıymetli yazmalarının çoğu yakılarak imha edildi.
Herşeye rağmen Mu’tezile, birkaç yüzyıl daha ayakta kalmayı başarabildi ve Zeydilik-Caferilik gibi Şii ekollere doğrudan tesir edip, bunların şemsiyesi altında varlığına devam ederek günümüze örtülü hallerde ulaşabildi. Bu açıdan esasen, İran İslâm Devrimi’nin anti-emperyalist ve akılcı altyapısında Mu’tezile’nin izlerini bulmak mümkündür. Sözgelimi, İran Anayasası’nın aşağıdaki ilerici maddeleri oldukça takdire şayandır:
—Devrimci İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası’ndan seçmeler—
m.2: İslâm Cumhuriyeti aşağıdaki iman ilkelerine bir dayalı bir nizamdır:
d) Allah’ın yaratış ve kanun koymadaki adaletine inanır,
e) Daimi İmamet ve Rehberliğe ve bu hususun İslâm İnkılâbı’nın devamlılığındaki esaslı rolüne inanır,
f) İnsanın yüce şeref ve değerine, onun Allah karşısında olan mesuliyetiyle beraber hürriyetine inanır ve bunu şu yollardan temin eder;
— İçtihadın bütün şartlarını taşıyan fakihlerin; Kur’an ve Ma’sumların Sünnetine dayanan daimi içtihatlarıyla,
— Bilim, teknik ve gelişmiş beşeri tecrübelerden yararlanarak ve onları daha da ileri götürmeye çalışarak,
— Her türlü zulmetmeyi ve zulmedilmeyi, zorla egemenlik kurmayı ve egemenlik altına girmeyi reddederek; eşitlik ve adaleti, siyasi, iktisadi, ictimai ve kültürel bağımsızlığı ve milli birliği temin eder.
m.3: Devlet, 2. maddede zikredilen gayelere ulaşılması amacıyla aşağıdaki hususların gerçekleşmesi için bütün imkânlarını seferber etmekle görevlidir;
1. İman ve Takva esasına dayanarak ahlâki faziletlerin gelişmesine uygun bir ortam hazırlamak ve her türlü fesat ve bozulma tezahürleriyle mücadele etmek,
2. Eğitim öğretim ve beden terbiyesini herkese parasız olarak temin etmek yüksek öğretimi her seviyede kolaylaştırıp yaygınlaştırmak,
3. Basın, yayın, kitle haberleşme araçları ve diğer araçlardan doğru bir şekilde yararlanarak halkın her sahada aydınlanma seviyesini yükseltmek,(…)
4. Sömürüyü tamamen yok ederek yabancıların sömürge ve nüfuz girişimlerini önlemek,
5. Her türlü diktatörlük, keyfi idare ve tekelcilik ruhunu kaldırmak,
6. Siyasi-sosyal her türlü özgürlüğü kanunlar çerçevesinde sağlamak,(…)
1. Sıhhatli bir idari düzen kurmak ve zaruri olmayan kurumları kaldırmak,
13. Bilim, teknik, sanayi, tarım, askeri ve benzer sahalarda kendine yeterli duruma gelmek,
14. Kadın-erkek her ferdin haklarını tüm yönleriyle temin edip, herkes için adilâne yargı güvenliği sağlamak ve kanun karşısında eşitliği gerçekleştirmek,
15. İslâm kardeşliğini ve genel yardımlaşmayı bütün halk arasında yaygınlaştırmak ve sağlamlaştırmak,
16. Dış siyaseti; İslâmi ölçüler ve bütün Müslümanlarla kardeşlik taahhütlerine bağlılık ve dünyanın bütün mustaz’aflarını (küçük düşürülmüş uluslarını) himaye temelleri üzerine tanzim etmek.
3. Bölüm: Milletin hakları
m.37: Suçsuzluk esastır.
m.38: Her türlü işkence yasaktır. Sonuçları delil olarak kullanılamaz. Yapanlar cezalandırılır.
4. Bölüm: iktisadi ve mali konular
m.43/5: Faizli, batıl ve haram alışverişi yasaklamak İİC’nin dayandığı ekonomik esaslardır.
Rasyonalist İslâmi Diyalektik bir çizgide ve Antik Yunan felsefesinden de beslenerek, epistemolojik, ontolojik, teleolojik, soteriolojik katkılarıyla çığır açmış Mu’tezili bilginler arasında, Bişr bin Mu’temir (-ö.825), Nazzâm (-ö.845), Ebu’l Huzeyl el-Allaf (-ö.850), Câhiz (-ö.869), el-Kindi (-ö.874), Ebu Ali el Cübbâi (-ö.916) ile oğlu Ebu Haşim el Cübbâi (-ö.933), Kadı Abdülcebbâr (-ö.1025) ve ünlü Müfessir Zemahşeri (-ö.1143) sayılabilir.
Mu’tezile’nin, determinizma gaddarlığına karşı geliştirdiği Usûl el-Hamse denilen 5 temel ilkesi vardır:
• Tevhid: Allah’ın Transandantal Ezeliyetine hiçbir ortağı yoktur. Buna madde, zaman ve mekan, Cennet-Cehennem-Araf, “Sıfatları” ve hatta Kelâmı’nın cüzü olan Arapça Kur’an dahildir. (Kur’an’ın yaratılmış/araz oluşu, Mushaf’ı kavranabilir insâni düzeye indirgemektedir.) Zatıyla aynı olan Kudret-İlim-Hayat Ahvali dışındaki tüm sıfatları kevniyata bağlı olarak fiili tezahürleridir. Aksi takdirde Taaddüd-ü Kudema (Kadimlerin çokluğu) tuzağına düşülür. O maddeye veya nefislere hulul etmez, mekanlara/anlara sığmaz, kendisine istikamet, boyut veya araz izafe edilemez, tecessümü-teşbihi olamaz.
• Adl: Allah muhal, batıl, keyfi davranmaz, kullarına zor dayatmaz ve güç yetiremeyecekleri teklifle yükümlü kılmaz. Kimseye zulmetmez, kötülüğü irade etmez ve emretmez. “…O kendine Rahmeti yazmıştır.” (EN’AM, 12)
• El Vaad ve’l Vaid: Allah sözüne sadıktır, asla çiğnemez veya sözünden geri dönmez. Cenneti vaadettiğini Cehenneme atmaz, Cehennemle tehdit ettiğini bağışlanmaya matuf olmadıkça Cennetine koymaz. Her kul sonunda, şefaatle değil, kendi özgür iradesiyle kazandığının karşılığını bulacaktır.
• El Menziletü beyne’l menzileteyn: Kebire işleyen Müslüman dahi olsa, “iki menzil arası bir menzile” düşer ve sahih tövbe etmedikçe Cehenneme atılır.
• Emri bi’l maruf ve’n-nehyi ani’l münker: İyiliği emredip kötülükten alıkoymak Müslümanlara sadece farz-ı kifaye değil, farz-ı ayndır. Zorba ve zalim yönetimlere karşı örgütlü direniş tüm Mü’minlere görev ve ödevdir.
Gelgelelim, bu akılcı itikad mezhebinin aldığı herhalde en büyük darbe, şaşırtıcı biçimde kendi içinden çıkmıştır. Ebu’l Hasan El-Eşâri (873-935) önceleri Mu’tezili idi, ancak hocası Ebu Ali el-Cübbâi (-ö.916) ile yaptığı bir münakaşadan dolayı irtidad etti ve Ehl-i Sünnet saflarına katılarak Sünni Kelâm itikadını biçimlendirdi. O kilit tartışmanın hikayesi şöyledir:
“İhve-i Selase”: Üç Kardeş Meseli…
El-Eşâri “farazi üç kardeşin” halini hocası El Cübbâi’ye sorar. İlk ikisi reşit yaşta ölmüştür, birisi Mü’min diğeri azılı günahkardır. Üçüncüsü ise bebek yaşta vefat ettirilmiştir. Sonları nasıl olmalıdır? El Cübbâi Mü’min olanın Cennete, kâfir olarak ölenin Cehenneme gideceğini, bebek yaşta canı alınanın ise (İvaz gereği) bir çeşit “Huzur Mekanına” intikal ettirileceğini ileri sürer. El-Eşâri bebeğin Cennetteki kardeşiyle kavuşup kavuşamayacağını öğrenmek ister. El-Cübbâi bunun mümkün olmayacağını, zira Cenneti hakkedenin Mü’min olduğunu, bebeğin Cenneti hakkedecek bir marifet eylemediğini söyler. Bunun üzerine El-Eşâri sorar: “O vakit bebek Allah’a ‘benim canımı pek erken aldın, Müslüman olarak yaşayıp ölemedim, kardeşim gibi hakkedip Cennetine giremedim’ demez mi?” El-Cübbâi cevaben der ki: “O vakit Allah ona eğer yaşasaydı Müslüman değil kâfir olarak öleceğini bildiğini ve canını erken almakla ona lütuf ile rahmette bulunduğunu söyler”. Bunun üzerine El-Eşâri itiraz eder: “Bunu duyan kâfir kardeşleri de o halde Allah’a niçin onu küfre düşmesine müsaade edecek kadar yaşattığını ve bebek yaşta canını almadığını sormaz mı?” İddiaya göre El-Cübbâi buna bir cevap vermez, Hasan El-Eşâri’nin mecnun olduğunu söyleyip başından savar.
El-Eşâri’nin Milâdi 10. yüzyılda Mu’tezile saflarından kopması sonucu, oradan edindiği birikimlerle kuracağı “Eşariyye” ekolünün en önemli isimlerinin başında kuşkusuz Ebu Hamid Muhammed El-Gazzâli (1058-1111) gelir. El-Gazzâli’nin varlık dünyasında illiyetsizliğe dayalı Monist Sufi gizemciliği İslâm’a sokmasıyla birlikte, saf akla ve pozitif bilime dayalı bütün gelişmeler kademeli olarak sekteye uğramış, kör itikatler ve hurafeler alıp başını gitmiş, Abbasi Hilâfetinin Moğol istilası (1258) akabinde çökmesiyle birlikte, altyapıyı kurtaracak Mu’tezili akılcılık da artık bulunmadığından ötürü, İslâm Uygarlığı yüzyıllar süren saltanat kavgalarına, durağanlığa ve karanlığa gömülmüş, sonunda, bugün yaşanan eziklik ve çaresizlik noktasına gelinmiştir.
Eşariyye ve daha sonra saf akla biraz daha alan açmaya çalışmış Ebu Mansur el-Maturidi (853-944) eliyle türetilen yoldaş Maturidiyye Kelâmına göre, kul fiilerinde (tıpkı Cebriyye’nin ileri sürdüğü gibi) ihtiyar sahibi olmayıp, Allah kendi rızası dahilinde veya haricinde fiilleri kullarının meyline göre yaratır ve Allah tarafından yaratılan bu fiili kul kesbeder, yani “kazanır”, “hakkeder”. Sözgelimi birisi, masum bir adamı dünya malına konmak için öldürmeyi zihninden geçirip bunu eyleme sokmayı diler ve bu çirkin masiyeti Allah, o kulu için, hem de BUNA RIZASI OLMADIĞI HALDE, yaratır derler. Özetle, Allah’ın asla razı gelmeyeceği kötü bir fiili kul Allah’a YARATTIRTIR demiş olurlar. Halbuki Kur’an’da apaçık şöyle denmektedir (Al-Saffat, 180):
Kamu malını zimmetlerine geçirip kendilerince keyfini süren Emeviyyeci zorba fasıklara ilişkin ‘Amr bin ‘Ubeyd’in şu lafı, günümüz koşullarında hayli çarpıcıdır:
İslâm Aleminin sefil ve perişan hallere düştüğü, Dinin ucuz oy siyasetlerine alet edildiği, muhafazakarlık kısvesi altında ahlâksızlıkların ve götürücülüğün yaygınlaştığı, edepsizliğin ayyuka çıktığı, çalıp-çırparak mal yığmanın Allah’tan rızık zannedildiği, gösterişe dayalı bir şekilci Müslümanlığın yüceltildiği şu günlerde, 2014 yılına girerken, Mu’tezile’nin değeri yeniden anlaşılabilecektir.
31 Aralık 2013
Dr. Ozan Yarman
“En Çılgın Proce” Önerisi
İktidar partisi odaklarınca iki yıldan beri, sıfır komşulu “değerli yalnızlığımız” ile borç batağında “ekonomik büyüklüğümüz” avuntularının alamet-i farikası olarak telaffuz edilen ve bugünlerde girişilecek olan Kanal İstanbul adlı sözde “çılgın proje”, epeydir tepki toplamakta. Çevrecilerin ve doğa uzmanlarının ısrarlı itirazlarına rağmen, hem de olası bir felaket senaryosunda ekolojik dengeyi perişan etmek pahasına, plansız-programsız kalkışılacak yapay bir boğaz geçidi düşüncesi, tarihte ilk olmayacağı gibi, cüret sınırlarını en zorlayanı hiç değil…
Süveyş (193km uzunluk, 205m genişlik, yapımı: 1869), Korint (6km uzunluk, 24m genişlik, dağlık alan 85m alçaltıldı, yapımı: 1893) ve Panama (77km uzunluk, 34-152m genişlik, dağlık alan 90m alçaltıldı, yapımı: 1914) Kanalları yanında, Kanal İstanbul denilen yaldızlı slayt-şovun 21. Yüzyıl itibariyle aslında pek bir çekiciliği olduğu da söylenemez. Zira, hazırda Çanakkale ve İstanbul adında iki eşsiz doğa harikası Marmara boğazımız var… velakin Boğaziçi’nin yanıbaşına, tıklım-tıkış kenti izole adaya dönüştürecek ikincisini kazacaksınız!
Topu topu 50 km’lik görece basit bir kazının yolaçacağı mükerrer kıtasal ayrıklık yüzünden, kopan yolları tekrar birleştirmek üzere üç yeni köprü öngörüldüğünden başka, civara üçüncü havalimanı da yapılacakmış… Kulağa pek ciddiyetli gelmiyor. Halbuki, biz daha eldeki köprüleri düzenli hizmette tutamıyor, mevcut havalimanlarını ise tam verimli kullanmayı beceremiyoruz. İstanbul’un trafik keşmekeşi de malum. Maazallah, köprü sayısı 5’e, 6’ya çıkarsa, halimiz nice olur?..
Herhalde, Silivri zindanlarına ulaşımı valiliğin bahşı ve lütfu üzere açılır-kapanır köprülere mahkum edip, toplumsal infialleri böyle dizginlemeyi düşünüyorsalar gerek!
Yahut, sırf “uzatmaları oynayan emperyalizmin taşeronu” olmak adına ve bugün Suriye kıyılarına dayanmış Amerikan savaş gemilerini Montrö’yü delerek yarın Rusya’nın karşısına Karadeniz’de rahatça çıkarabilmek uğruna, 10 milyar doları Boğaz’a gömmeyi göze alıyoruzdur belki de?
Rantabl mı? Hiç sanmam! Amerikancılığa bu kadar oynamak pek karın doyurmuyor artık. Keza, gerek onyıllardır ABD’ye yaslanarak yerli siyasete efelik taslamış “laiykçi militarizm”in paldır küldür delikten aşağı süprülüşü, gerek ABD sevdalısı olduğu halde devrik Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’den sonra bugün sıranın aynı sevdalılığa tutulmuş hangi “muhafazakarlara” gelmekte olduğu, aynı oranda ibretlik…
Nükte bir yana, çok daha esaslı itirazları konunun uzmanları etraflıca dile getiriyorlar. Örneğin Istıranca ve Terkos su kaynaklarına erişimin ortadan ikiye biçilmesiyle İstanbul’un gelecekte susuz kalma riski… Ayrıca, Marmara’nın önü alınamayacak bir biçimde balçık haline dönüşecek olması tehlikesi de azımsanamaz. Aşağıdaki yazı bu bakımdan oldukça aydınlatıcı:
Can Boğaz’dan geçer dedikleri kadar var hani!
Elbette benim buradaki serzenişlerim yaraya tuz bastırmaktan öteye gitmez. Ancak olay çılgınlıktan ibaretse, İstanbul Boğazı’nda yıllardır denetimsiz avlanan balıkçı takaları ile disiplinsiz eğlence teknelerinin görgüsüzce istilasına göz yumuluyor oluşundan dolayı, sabah-akşam öttürülen korna üstüne korna bağırtıları ve kalitesiz elektro-zırıltılar uzantısında, uluslararası suların en acılı günlerimizde bile kenti inleten bir kör-düğüm haline gelmesi, yeterince akıllara zarar bir durum zaten… Düzgün koordinasyon (ve doğru dürüst ahlak terbiyesi) sağlansa, ehven meblağlara pekala çözülebilecek Boğaziçi gemi trafiği sorununu, sırf yandaşlara rant ve ikbal sağlamak için ileride üstesinden gelinemeyecek daha dev boyutta korkunç rakamlı sorunlara tebdil etmenin çılgınca olduğu, haliyle ortada!
Hadi, madem biz Türkler bu kadar çılgınız ve asla sınır, dur-durak tanımıyoruz, ben de durumdan vazife çıkararak “deli saçması bir düşünce” ileri süreyim o halde… Huzurlarınızda kendi “çılgın procemi” şimdi açıklıyorum!
İşte, hafsala ötesi, en akla hayale gelmeyecek, gerçekleşse “hayaldi gerçek oldu!” diye yediden yetmişe (bu defa hakikaten) iftiharla bahsedip gururlanabileceğimiz, bir taşla kaç kuş vurduğunu hemen sayamayacağım, tarafımdan ülkemiz için çılgın mı çılgın bir Mega-proje:
—Meriç-Arda-Tunca hattıyla 300km’lik Ege–Karadeniz Mega-Kanal bağlantısı—
Resim 1: Deniz seviyesinden 35 metre yükseklikteki Edirne mevkiinden Meriç-Arda-Tunca beslemeli olarak Ege’ye ve Karadeniz’e müşterek akacak 260 veya 300km’lik Mega-Kanal sistemi
Resim 1’de gösterildiği gibi, Meriç ve Arda Nehirlerinin denizden 35-40 metre yukarıda buluştuğu Edirne kenti mevkiinden hareketle, biraz kuzeydeki Tunca Nehri ile hem-zemin olunup, yahut daha güney bir noktadan, üçünün ortak kuvvetiyle hem Enes körfezine, hem de Istıranca Dağlarından açılacak en fazla 130 kilometre uzunluğunda bir Mega-Kanal sayesinde Rezve (Mutludere) çıkışı yapılarak Karadeniz’e, ulaşılacaktır. Yani, yaklaşık 300 km’lik bu hatta Yunanistan’dan girilecek, Türkiye içinden geçilecek ve Bulgaristan’dan çıkılacaktır. Yahut aksi yönde, Bulgaristan’dan girilecek, Türkiye içinden geçilecek ve Yunanistan’dan çıkılacaktır.
Tıpkı ABD’de, Mississippi Nehrinin ağzından taa 125 metre irtifadaki St. Louis’e kadar, vapurla 1250 kilometre yol iki yönlü alınabildiği gibi, Meriç deltasından Edirne’ye 5 kilometrede sadece 1 metre yükselinerek (yani iki kat fazladan eğimle, ama Mississippi’nin ortalama yüz katı daha az debi direncine maruz kalarak) gemilerin rahatça tırmanması mümkün olacaktır.
Böylece:
1. Ege ile Karadeniz suları, Edirne’ye doğru binde 2’lik tırmanan eğim yüzünden, birbirine asla karışmayacak ve ekolojik denge korunacaktır.
2. Edirne, denizden 35-40 metre irtifada bir liman-kent haline gelecektir. Bölge tarımına, hayvancılığına ve sanayiine hammadde nakliyatı buradan hemen yapılabilecektir.
3. İstanbul ile Çanakkale boğazlarının trafiği hafifleyecek, deniz ticaret yolları Mega-Kanal üzerinden yer yer önemli ölçüde kısalarak ciddi yakıt tasarrufu sağlanacaktır.
4. İstanbul’a yığılan göç dalgası Edirne ile civar Trakya kentlerine yönlenecek ve bu beldeler kalkınırken İstanbul rahat bir nefes alacaktır.
5. Türk–Bulgar–Yunan ekonomilerinin, keza diğer ülkelerin, projeden doğacak ortak menfaatleri gereği, Mega-Kanal uluslararası işbirliği ve yatırım gerektirecek, ortak kalkınılacak ve dostluklar pekişecektir.
6. Bulgaristan’daki bir düzine barajın deşarj insafına bırakıldığı için bölgede sürekli yaşanan ve son yıllarda dramatik bir şekilde artarak kronik felaket haline gelen sel taşkınları, kalıcı olarak önlenecektir (http://topraksuenerji.org/Edirne_Taskinlari.pdf).
7. Bu kapsamda, Yunanistan ile sınır-ötesi uzlaşı gerektirdiğinden, Meriç’in bir türlü çözümlenemeyen taşkın ve sedimentasyon seddeleri sorunu aşılacak ve atıl kalan yatak ıslah ve genişletme çalışmaları kalıcı olarak bitirilecektir.
8. Yine bu kapsamda, Bulgaristan ile sınır uyuşmazlıkları yüzünden çözümsüz kalmış mukadder bir Suakacağı Barajı yapımıyla uğraşmak gerekmeyecektir (http://www.trakyagazete.com/kose-yazisi/96/hayal-degil-proje-uretelim.html). Meriç yatağında taşkın kaldırabilecek maksimum debi kapasitesi saniyede 1000 metreküp olduğundan ve Bulgar baraj gölleri boşaltıldığında bunun yaklaşık iki katı debi gerçekleşebildiğinden ötürü, yaşamı felç eden sel felaketleri hemen her yıl yaşanmaktadır. Mutludere için de vaziyet benzerdir. Mega-Kanal ile bu sorunlar topyekün aşılacaktır. Proje çerçevesinde, baraj deşarjlarıyla gelen fazlalık debiyi enerji üretiminde kullanmak ve aynı zamanda sürtünmeyi de azaltarak gemilerin seyahatini rahatlatmak mümkündür. Bunun için Mega-Kanal zeminine hidro-elektrik türbinler yerleştirilebilir ve kaba hesapça yıllık ortalama 100MW elektrik gücü elde edilebilir.
9. Sınırlarımız içinde kalan Tunca, yönleri kuzeye çevrilebilecek Meriç ve Arda akarsularıyla oluşturacağı bir gölete dönüştürülmek suretiyle, transit gemiler için konaklama alanı sağlayacaktır. Yahut gölet, resimde eflatun renkte çizildiği gibi, biraz daha güney bir noktada (eğer taşkınları böyle de önlemek mümkünse) pekala oluşturulabilir.
10. Kanalın Istıranca dağlarından geçecek kısmının kanyon kazılarından ortaya çıkacak değerli madenler ayrıca işletilebilecektir.
11. Son olarak, Meriç Nehrinden ve Istıranca kazılarından ortaya çıkacak kaliteli sedimentasyon kumu ile kaya kütleleri, Türkiye’nin inşaat sektöründe depreme dayanıklı malzeme olarak kullanılabilecektir (http://www.egepostasi.com/guncel/vali-duruer-meric-nehrinde-istanbula-yetecek-kadar-kum-var-h36415.html).
Resim 2: Yüzde 0.2 eğimle Edirne’den hem Rezovo’ya hem Enes Körfezi’ne 100’er metreküp saniye debili su akışı için, Yıldız (Istranca) Dağları boyunca 130km uzunluğunda, 30m genişliğinde, 11m derinliğinde bir kanal öngörülmektedir.
Resim 2’de gösterildiği gibi, Enes körfezinden Bulgaristan-Türkiye doğu uç sınırını oluşturan Mutludere (Rezve) ağzına kadar, toplam 260 yahut 300km uzunluğuna sahip olacağı vazedilen hat, Edirne kentinden binde 2’lik eğim ile, bir yandan Yıldız (Istrınca) Dağları boyunca 107 yahut 130km uzunluğunda 30m genişliğinde 11m derinliğinde bir kanala yönelmekte, diğer yandan mevcut Meriç yatak genişliğinin ve derinliğinin bu verilere göre düzenlenmesi gereğini işaret etmektedir.
Hal-i hazırda 130 ila 300 metre genişlikte, 4 metre derinlikte ve saniyede 200 metreküp debiyle akan Meriç Nehri yatağının ıslahı, kapasiteli yük gemilerinin yer yer çift sıra tırmanmalarına/inmelerine uygun ölçülere getirilmelidir. Edirne’den Rezovo’ya kadar alçaltılması gereken ortalama 400 metre yüksekliğinde dağ kütlesi de çizilidir. Bu kanal içinde gemilerin tek-sıra çıkarken veya inerken kafa kafaya gelmemesi ve birbirlerini sollayabilmeleri için baypaslar tasarlanması sözkonusudur. Bunların günümüz teknolojisi ve bölge jeolojisi itibariyle yapılabilmesi, kanımca imkan sınırları dahilindedir.
Mega-Kanal sisteminin düzenli su akışını sağlamak ve gerektiğinde ona debi takviye etmek üzere, hazırdaki Kızılçay, Ergene ve Keşan akarsu beslemelerine ilaveten, planda akıllıca bir güzergah seçilerek kullanıma açık hale gelen Süloğlu, Kayalıköy, Kırklareli ve Armağan baraj rezervlerinden yararlanılabilir. En zor durumlarda, Bulgaristan’daki kurulu barajlardan deşarj takviyesi istenebilecektir. Böylece, projede daimi ve işgörür bir debi sağlanacaktır. Mevcut sulama alanlarının ihtiyacında bir eksilme olmamasına ve tarımın zarar görmemesine bilhassa özen gösterilecektir.
Genel bir çerçeve çizmek için, Resim 3’te Meriç Nehri havzası gösterilmiştir:
Resim 3: Trakya’da Meriç Nehri havzası ve önemli diğer akarsular.
Başkent Üniversitesi’nin bir mensubu olarak ve Nükleer Enerji Mühendisi pederim Prof. Dr. Tolga Yarman’dan aldığım teknik destekle, bu projeyi, Silivri zindanlarında hukuksuz yere dört buçuk yıl tutsaklık geçirmiş değerli kurucu rektörümüz ve Zonguldak Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Haberal’a, gönülden sevgi ve saygılarımla, ithaf ediyorum. Masum oldukları halde çakma delillerle hayatı karartılmış diğer vatansever dostlarımız ile yakınlarını da bu vesileyle buradan selamlıyorum. Bilhassa Haberal büyüğümüzün öncülüğünde ve girişimciliğinde, “çılgın önerimin” ciddiyetle değerlendirilip, bir Üniversite Projesi olarak gerçekleştirilebileceğine inanıyorum.
Eskilerin dediği gibi:
29 Ağustos 2013
Dr. Ozan Yarman
Not 1: Deniz seviyesinin 35 metre yükselmesi halinde, Trakya’daki dere yataklarının su hacmindeki artış alttaki animasyonda görülebilmektedir.
Not 2: Mesafenin 30 km kısaldığı ve daha az ormanlık alana tecavüz eden alternatif tercihe şayan bir yol, Edirne’nin içinden geçtikten hemen sonra Bulgaristan’ın Burgas liman kentine dosdoğru bir hat çizmekle sağlanabilecek olup, bu durum aşağıda resmedilmiştir.
KAMU VE DEVLET:
Komünal Anarşizim ile Merkezin Dengelenmesi
Önceki yazımda, ülkemizin Sezaropapist (yani, ruhban-dışı kesimin ruhaniyet ölçülerini keyfi ve dünyevi siyasetine göre belirlediği) hükümetlerce yönetilen “Laisiteci bir Sünni-Türk İslamlığı” olduğunu ve Gazi Mustafa Kemal’den bu yana iktidara hangi kesim gelirse gelsin bir tür Müslüman-Bizantizm (keza “Anti-Bizans”) refleksiyle davrandığını etraflıca irdelemiştim. Yani bizde din ve devlet hiçbir surette ayrışmıyor, Müslümanlık inancı, Şeyhülislam’ın tarihteki makamı olan Diyanet İşleri marifetiyle zaptedilip, yerleşik kaderci-teslimiyetçi Sünni temalar öyle ya da böyle iktidarın meşruiyeti için gerektikçe kullanılıyor. (O arada, Alevilik gibi kendince sivrilmek isteyen alternatif akımlara göz açtırılmıyor.)
Bu önceleri tepeden inme bir “Kemalist Müslümanlık” anlayışıydı, sonraları NATO maşası “büst Atatürkçülüğü”, nihayetinde daha düne kadar marjinal sayılan İslamcıların güce konup siyasi rakiplerini tepe taklak devirmesiyle, rövanşist bir Osmanlı hayranı Ameriko-Sünnici kapitalizm…
Esasen, kurumsal Sünnicilik gibi emperyalizmin taşeronu olma meyli ikiyüzyıldır tescillenmiş bir yapı sözkonusu olduğunda, Sezaropapizmin bizi ilkelleştirip bayağılaştıran köhne bir idare olduğunu vurgulamış, Allah’ı yeniden bulacağımız adaletli sivil bir sistemi – tıpkı İran gibi – kendi içimizden varetmeliyiz demiştim.
Bu yazımda da, yukarıdaki görüşümü devam ettirerek, özellikle Kamu ile Devlet kavramlarının bizde nasıl olup da pek yanlış olarak aynı şeyi temsil etmekte kullanıldığını ve aslında uygulamada niçin ayrışmaları gerektiğini vurgulayacağım.
1 Mayıs 2013 tarihinde Taksim’e yürümek isteyen sendikal gruplara karşı bütün hışmıyla girişen organize polis terörü (insaf ve erdem sahibi görevlileri tenzih ederim, ancak), insancıl Gezi Parkı eylemlerine yönelik aynı şiddette kudurmuşçasına kendini gösterince, işler birden çığrından çıktı. Hükümet edenlerin basiretsizliği, vicdansızlığı ve milleti enayi yerine koyan yüzsüz açıklamaları sebebiyle, insanlar patlama noktasına geldi ve azıtmış devlet zorbalığına karşı bütün Türkiye galeyana gelip ayaklandı.
Kendisini dışlanmış hisseden ve duyguları incinen her kesimden ve sınıftan milyonlarca insan sokaklara taşıverdi. Ülke şahlanırken yurtdışından da destekler, hatta idarecilerimize kınama uyarıları yağmaya başladı. Böylece beklenmedik birşey oldu. Belki de ilk kez, muhafazakar künyeli zorbalığın emir kulu olan kasklı-kalkanlı lejyonlar, bu beklenmedik müthiş direniş ve siyaset-üstü kenetlenme karşısında meydanlardan püskürtüldü ve polis – tabir caizse – tabanları yağlayıp tüydü.
Yaşananlar bana göre şu gerçeğin göstergesidir: Devletçilik, yani herşeyi en iyi ve en doğru şekilde “devlet baba”nın bileceği ve onun izni olmadıkça hepimizin yerimizde oturmamız gerektiği yönündeki ferasetçiliğe itaat zihniyeti, “yaramaz marjinal çocukları” olan Türkiye halkı tarafından tepelendi. Demokrasi, yani çoğunluğun her dilediği haltı kimseye sormaksızın sırf sandıktan tartışmalı edindiği sayı üstünlüğüne dayalı demagojik bir meşruiyete göre, diğer herkesin hilafına yapabilme hürriyeti zannedilen şımarıklık, toplumdan okkalı bir şamar yedi. Oyuncağı elinden alınmış veled zırıltısı gibi yetkili ağızların sarfettiği aymazlık ve özünü beğenmişlik ifadelerinden de görülen o ki, hala daha kendine gelebilmiş değil.
Vaktiyle, aynı despot devlet mekanizmasının “laiykçi-ulusalcı” elit unsurları tarafından itilip kakılan ve post-modern otoriter baskılardan çokça çekmiş olan sempati duyduğum dindar garibanlar, iktidara iyice konduklarında, geçmişlerini ve mazlumluklarını pek çabuk unuttular… na-hak servetlerle semirerek mağrur, kibir sarhoşu, içmeksizin kafası kıyak riyakarlar oldular. Sonuçta yıllar önce itaatsizlikleriyle edeplendirmeye çalıştıkları ceberrut devletin ta kendisi olan zorbalara ve şakşakçılara dönüştüler. Hizmetten anladıklarıysa “Rabbena hep bana, biraz da yandaşıma”…
Zaten bu ülkede hangi tekil hükümet işbaşı yaparsa yapsın, seçmenin iradesinin büyük oranda temsil edilmediği bir ortamda, iktidarı kapanın çok geçmeden mazlumluktan gaddarlığa adım attığı tecrübeyle sabittir. Alttan gelen üsttekine biner, ayaklar baş olup altına alabildiğini ezer. Böyle gelmiştir, böyle gider…
Türkiye’nin büyük bir boşluğu da böylece açığa çıkmış oldu: Meclis çatısı altındaki muhalefet partilerinin, onca paravan söylem ve küfürleşme arkasında, meğer alternatif avanta kumpanyaları ve makyevelist şebekeler olarak ülkeyi yapay ideolojik eksenlerde bölmekten başka bir işe yaramadıkları anlaşıldı. İktidar olsun, muhalefet olsun, demek ki bütün yaygara, sırf oy deposu olarak gördükleri taban kitlelerin üzerine basarak yükselmek suretiyle grup menfaatlerini kollamak içinmiş… Ülkenin hayrı bunları zerrece ilgilendirmiyormuş… Hepsi bir tarafından tutup kendi çıkarına yontma derdindeymiş…
Oysa, Türkçüsü-Kürtçüsü, Sünnisi-Alevisi, Fenerlisi-Cimbomlusu, Hristiyanı-Müslümanı, Dindarı-Agnostiği, Atatürkçü romantiği – AntiKapitalist İslamcısı biraraya gelip pekala faşizme karşı tek-vücut olabiliyormuş. Nitekim, halkın yöneticiler tarafından habire çocuk yerine konulmaya karşı usanmışlığı ve asıl hissiyatı günlerce meydanlarda yankılandı. Satılmış medya ve iktidar payandası mal köşe yazarları ise, çemkirmekte, kıvırmakta, olayları örtbas etmekte maşallah birbirleriyle yarıştılar.
Bazı parlementerler ise, bireysel girişimleriyle olaylara müdahil olmaya ve varlık göstermeye çalıştı, ama bu büyük direnişten mensubu oldukları partilere siyaseten ekmek çıkmadı. Şecereleri dikkate alındığında çıkması da mümkün değil zira.
Özetle, ikiyüzlü söylemleri ve seviyesiz kindar atışmalarıyla Ankara Merkeziyeti, herhalde ilk kez karşısında, ululemre itaatçi gözü dönmüş polis vahşetini dize getirerek fiiliyata geçebilen komünal ve anarşik bir Kamu Gücü buldu. Bu sayede, nitelik ve vizyon yoksunu muhalefet kanadının zerrece denetleyemediği çoğunlukçu bir hükümetin keyfilikte sınır-tanımazlığı ve lütufkarane ferasetçiliği, gerçek anlamda (kısa bir süreliğine de olsa) dengelendi. Hiç olmazsa, burunları sürtüle sürtüle dengelenebileceği ortaya çıktı. Bunun devamı da elbette gelecektir.
Tarihte bilhassa Oliver Cromwell ihtilalinden sonra Britanya Krallığı’nda Lordlar ve Avamlar (esasen “Komünler”) Kamaraları şeklinde pekişen iki-başlılık, bizde bugün yaşanan oluşumun yüzyıllar önceki hali sayılabilir. Aynı şekilde ABD’de Başkan ile kabinesini dengeleyen Kongre öyledir (yahut en azından yakın bir zamana kadar öyleydi). Yine benzer olarak, İran’da Ayetullahlar Konseyi ile reisleri Veli el-Fakih Hamaney’i kısmen tartan Cumhurbaşkanı Hatemi/Ahmedinecad önderliğindeki halk meclisi budur. Ayrıca, Lübnan’da devlet-içre-devlet olan Hizbullah’ın rolü de böyledir. Örnekler çoğaltılabilir. Hepsi özerk Kamu Gücü ile Merkezin ciddi ölçüde tartılmış olduğuna dair rahatlıkla ileri sürülebilir.
Aksi yönde ise Napolyon, Hitler, Stalin, Franco, Mussolini ve Hirohito totaliterlikleri gösterilebilir. Keza, şu müstakbel tepeden inme Türk-usulü Başkanlık Sistemimiz… Demek ki sorun, bizdeki faşizme kayan, üniter mono-kameral parlementer sisteme özgü ve kapitalist mülkiyetçiliğe endeksli denetimsiz (yürütmenin güya başı olan Cumhurbaşkanlığı makamının yıllardır resmen işlevsiz kaldığı) iktidar konsolidasyonundan kaynaklıdır.
Hem sonra, ne kadar hükümet aleyhinde höykürseler de, muhalefet partizanlığı son toplamda kirlenmeye müsait bir devlet uzvudur. Yarın iktidar olsalar pek doğal olarak gidenleri aratmazlar. Hepsi de esasen aynı kertede çıkarcı ve fırsatçıdır. Daha da kötüsü, ülkeyi kendi sentetik siyaset eksenlerinde parçalamakta asla beis görmemektedirler. Bu siyasetçilerin bugüne kadar yaptıkları, Türkiye’yi biteviye kamplaştırmak ve dar grup menfaatleri için insanları birbirine düşürmekten ibarettir.
Bu durumda Cumhuriyetimizde köklü yapısal değişiklikler lazımdır. Toplumun ayakları yere basan sosyolojik realitesi bir tarafta, devletin ayakları yerden kesilmiş sembolojisi, liderlerin çoçuksu atışmaları, uçuk-kaçık beyanatları, çılgın projeler, açılımlar ve süreçler ise diğer taraftadır. Kamu ile devlet arasında ciddi bir uçurum vardır. PKK terörü de esasen bu yüzden, devletin dizginlenemez baskıları, keyfiyeti, ihmali ve zulmü sebebiyle patlak vermişti ve 30 yıl sürmüştür. Bu iki kavram eşanlamlı olmamalıdır; aklı başında hiçbir sistemde Halk ile Merkez uygulamada aynı olamaz zaten.
Ancak bu nihayet aşılacak gibi görünmektedir. Saygınlığı yerlerde sürünen bir meclisin tüm partileriyle başı çektiği Merkezin bir türlü temsil edemediği kitleler, 1 Mayıs’ta birbirlerinden kopuk sendikal grupların başaramadıklarını 31 Mayıs’ta başarmıştır. Ortak bir rotada birleşen bu kitleler, devlet faşizmine boyun eğmeyip, çıkarcı siyasilere de prim vermeyerek, Komünal Anarşiyi her tür engellemeye rağmen hayata geçirmiş ve Merkezi geriletmişlerdir. Milyonlar Ankara’nın kapalı kapıları ardından dayatmayla hükümet edilmeksizin de varlıklarını sürdürebileceklerini, kimsenin iznine, ferasetine, müsaadesine muhtaç kalmadan medenice, kardeşçe, çalmadan çırpmadan adam öldürmeden çağdaş insanlar olarak birarada durabileceklerini ispat etmişlerdir.
Bundan sonrası, Komünal Anarşinin Merkezden özerk olarak meşru kabulünü ve anayasal statüsünü tesis edebilmek olacaktır. Dayatma varsa icabında karşı-dayatmayla hatta. Zira, meşruiyet tepsiyle ikram edilmez, mücadeleyle kazanılır.
O arada İslamiyet’in, Sünnici terörü koynunda besleyecek kadar sapıtmış sığ kafalı abdestli kapitalist merkez sağın tasallutundan ve aynı şekilde bağnaz büst Atatürkçülerinin fütursuz kokteyl sosyetesi ayarındaki Allahsızlıklarının gölgesinden muhakkak kurtarılması şarttır. Bu da ancak, İslam’ı Mutezile gibi akli – Kur’ani ve sol bir yorumla ihya edip, kimsenin özelini ahlak zabıtası kesilerek deşmeyen, ama kutsallara alenen tecavüz edilmesine de cevaz vermeyen bir medenilikte sisteme katmakla mümkündür. Toplumsal barışın uzun vadede yegane formülü bence budur.
Yoksa hani şu bizim Sezaropapizm daha çok tazyikli su kaldırır.
Dr. Ozan Yarman
3 Mayıs 2013