SEZAROPAPİZM:
“Laisiteci İslamlık” Hegemonyasında Allahsızlaşan Türkiye
“Sezaropapizm”, Prusyalı Cermen toplumbilimci Max Weber (1864-1920) tarafından ilk kez tarif edildiği üzere, ruhban sınıfın dünyevi bir otoriteye kayıtsız koşulsuz biat ettirilmesi olarak anlatılır. Aşikar olacağı gibi, Sezar ve Papa kavramlarının birleşimidir. İlk bakışta sanılacağının aksine, bizi de çok ilgilendiriyor.
Sezaropapizm, İlahi yönetim (Teokrasi) yahut Kudsi yönetim (Hierokrasi) diye tanımlanan “Ruhbanlar İktidarı”nın (mesela Vatikan Papalığı’nın veya Mollalar Rejimi’nin) tam zıt kutbunda yer alan otokratik bir nizamdır. Yani, bizdeki karşılığı ile söylersek; “ulema”, dini kendince düzenleme ve hatta pratikte din-dışı davranma serbestisine sahip, “ulema dışından” bir otoritenin mutlak boyunduruğuna girer.
Tarihte,
— Kendilerini tapınılacak ilahlar olarak palazlayıp, kadim Nil ve Mezopotomya Uygarlıklarını binlerce yıl yönetmiş Firavunlar vesair tanrı-Krallar;
— Zerdüştlüğü devlet-dini olarak sistemleştiren ve bunu iktidarlarına kudsi dayanak kılan (II. “Büyük” Kayruş’tan itibaren) Hehameniş ve (I. Erdeşir’den itibaren) Sasani Pers Şehinşahları;
— Qin-Şi-Huangzi’den beri “Yüce Göğün Oğlu” sayılarak ululaştırılmış Taoist Çin ve Şintoist Japon İmparatorları;
— Pagan (çok-tanrılı) Roma İmparatorluğu’nun, aynı zamanda Pontifex Maximus (Baş Rahip) soylu rütbesini taşıyan, ilahlaştırılmış Julius Caesar, “Augustus” Octavian, Trajan, Hadrian ve Marcus Aurelius gibi Sezarları;
— I. “Büyük” Constantin ile I. “Büyük” Theodosius’tan başlayarak, “Hristiyanlığın Savunucusu” adı altında ve Azizler mertebesinde Bizans İmparatorları;
— Yıkılışının ardından Bizans’ı tevarüs ettikleri savına dayanarak, ülkelerinde yaptıkları sarsıcı Ortodoks Kilise reformlarıyla mutlak iktidarlarını perçinleyen Rus Çar IV. “Korkunç” Ivan ile Çar I. “Büyük” Petro ve Çariçe II. “Büyük” Katerina gibi niceleri;
— Vatikan’dan ayrıştırarak kurdukları Anglikan Kilise’nin Başı sıfatıyla İngiltere Kralı VIII. Henry ve kızı Kraliçe I. Elizabeth çizgisinden daha niceleri;
— Hohenzollern hanedanından Kalvinist-Luteren Cermen Kilisesi’nin Başı sıfatıyla Prusya Kralı II. “Büyük” Frederick gibi niceleri;
— Avrupa’yı çok uzun yüzyıllar yönetmiş ve Romen-Katolik oldukları halde Vatikan’ın topraklarındaki nüfuzunu Alpler’in eteklerine kadar geriletmiş, Habsburg hanedanından Maria Theresa ile oğlu II. Joseph gibi, Kutsal Roma-Cermen İmparatorları,
Sezaropapizm nizamını uygulamış mutlakiyetçi yöneticiler olarak öne çıkarlar.
Erkil ve dişil iktidarları ayırdetmek adına, Sezaropapizm tabirini Türkçe’de “Baba-kağanlık” (Padişahlar Saltanatı) ve “Ana-kağanlık” (Kadınlar Saltanatı) olarak ikiye ayırabiliriz. Bu hükümdarlar, din alanında doğrudan veya dolaylı otorite sergiledikleri gibi, ruhban kesimleri denetimleri altına alarak, inancın içeriğini de yönetip yönlendirmişlerdir. Bu yolla devlet dine egemen olmuştur.
Tam bu noktada dikkate değerdir ki, Türkçe’de “egemen” (“Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir” sözünde geçtiği gibi), Grekçe kökenli “hegemon” (başat kişi veya önder güç) tabirinden gelmektedir. Aynı olarak, Sezaropapizmde devlet, inançları mutlak egemenliği altına alır ve dilediğince şekillendirir.
Batı literatüründe, daha ziyade Bizans ve ardılları ağırlıklı sözkonusu olduğundan, Sezaropapizmin eşdeğeri bir diğer kavram “Bizantizm” olmaktadır. Eğer ruhban kendi rızasıyla dünyevi otoriteye boyun eğmeyi doktrin ve dogma olarak benimsemişse, bu yaklaşıma da (16. YY İsveç Protestan rahip Thomas Lieber “Erastus” çizgisinde) “Erastianizm” denmektedir.
Şunu vurgulamak yerinde olur: Sezaropapist uygulamalarda bilhassa devlet kontrolü altında tutulan inanç, en yaygın ve baskın din olacaktır. Etkin birincil din hatta mezhep, çoğunluğun itikadıdır. Olacaksa, diğerleri gayet sınırlı olarak tanınır. İnanç konularında siyasetin ve genelgeçer menfaatlerin dediği olur. Bazı din adamları itaatkar olsun olmasın, devletin akaid üzerine icraatlerine kafa tutsun tutmasın, son söz hükümet edene aittir. Devlet ile din, iktidarın dünyevi ve uhrevi gücü altında bütünleşmiş ve tekilleşmiştir.
Görüldüğü kadarıyla, hem çokça kanıksandığının tersine, Sezaropapizm, insanlığın gelişimi boyunca, Teokrasi kadar, hatta daha bile fazla, güç çarklarını (ama ileri, ama geri) çevirmiştir. Hatta, denebilir ki, bütün yazılı tarih, Teokrasi ile Sezaropapizm arasındaki denge oyunundan ve bunların gerek birbirleriyle, gerek hemcinsleriyle kavgalarından ibarettir.
Sezaropapizmin çıkarları, genelde bildiğini okuyan ruhban ile barışık durmayı gerektiriyor ise de, çoğu örnek itibariyle, dini doktrinlere doğrudan müdahaleler adetten, hatta politik açıdan, gerekli sayılmıştır. Ruhban sınıftan yer yer yükselen tutucu başkaldırılara ise, dünyevi güç elde olduğu sürece, asla müsamaha gösterilmemiştir. Hele inançta azınlık aykırılıklarına alabildiğine pranga vurulmuş, egemenin tahammülüne sığmayacak “uçarı akımlar” tereddüdsüz ezilmiştir. Dinsiz Komünist rejimlerde bile, Sezaropapizmin en aşırı uygulamalarını ve inançlara azami ölçüde sert müdahalelerini rahatlıkla gözleyebiliriz.
Sezaropapizmin her türlüsünün neredeyse cenderesinde iken, onlara karşı başarılmış “Sahih Teokratik” devrimlerin en tepesinde, Hazreti Resulullah Muhammed Aleyhisselam’ın “Tevhid ve Hakk Din Mücahedesi”, bu bağlamda müteakiben, Büyük Ayetullah İmam Ruhullah Hümeyni’nin “Caferi İslam Devrimi” sayılmalıdır. Tabii, şimdiye kadar anlaşılmış olacağı üzere, buradaki tezimize göre “Sahih Teokrasi”, binyıllar içinde Sezaropapizme kıyasla çok daha nadir rastlanır ve nisbeten çok kısa dönemler hüküm sürmüş bir yönetim biçimi olarak kalmıştır.
Diğer yandan, Sezaropapizm, yüzyıllar boyunca din-temelli kozmopolit imparatorlukların itici gücü olmanın ötesinde, aynı zamanda tarihimizden bildiğimiz karşılıklarıyla ve güncel ezberlerin aksine, Emeviler’den başlayıp son dönemlerine kadar Padişahlık’tır, Halifelik’tir.
3 Mart 1924‘ten itibaren ise, Cumhuriyet’in anayasal korunağında bir inkılap kanunu merceğinden bakıldığında, yine ezberlerin çok dışında unutulmuş olduğu anlaşılan bir gerçeklik karşımıza çıkar: ülkemizde Sezaropapizmin tutuluşu ve uygulanışı, üstte adı geçen “ulvi makamların” lağvedilmesini müteakip, bunların fonksiyonları – bilhassa Şeyhülislamlık merciinin devredildiği “Diyanet İşleri Başkanlığı” üzerinden – yürütme erki sıfatıyla üstlenmiş sayılan T.B.M.M. Bakanlar Kurulu ile Cumhurbaşkanlığı kurumlarına havale edilmek suretiyle, sürdürülmüştür.
Nitekim, ilgili inkılap kanununun birinci maddesinde:
“Halife halledilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan, Hilafet makamı mülgadır”
yazar. Bu madde günümüze değin tüm inkılap kanunlarıyla birlikte bütün anayasalarımız içinde korunaklıdır ve üstü örtülü ama kesin bir dille, İslamiyet’teki Hilafet müessesesinin Cumhuriyet Hükümeti ile fiilen kaynaştırıldığını anlatmaktadır.
Zaten, son Halife Abdülmecid Efendi ile Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa arasındaki siyasi sürtüşme sonucu, iktidardaki iki-başlılığın, “hazıra konmacı sultan-kökenli Pan-İslamist rüyacı figüran” aleyhine ve mücadelelerden zaferle çıkmış ulusçu-realist esas lider lehine ortadan kaldırılmasıyla, laisite-kökenli Atatürk, sonradan alacağı soyadına yakışır şekilde, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin en tepesinde, pratikte hesap sorulamaz Baba-kağan bir konuma, yani apaşikar Sezaropapist Aydınlanmacı Mutlakiyetçiliğe yükselmiş olmaktadır.
Böylelikle Halife, gelecekte hiç kimse bu sıfatı geri alamayacak şekilde düşürülmüş ve amme görevlerini fiilen Diyanet İşleri (Meşihat) devralmış, o da (Cumhurbaşkanı iradesi altındaki) Başbakanlığın altında tutulmuş olup; Diyanet İşleri Başkanı son toplamda “Sünniliğin Şeyhülislamı” pozisyonunu aynıyla işgal eder ve dünyeviyetçi laisitenin (görünürde, hatta göstermelik) seçimle belirleyeceği hükümetlere yasalar çerçevesinde tam tabidir (idealde, Erastianizm). Halifenin bütün manevi otoritesi ve kapasitesi de, Türkiye’nin “ululaştırılan önderi” Atatürk’e ve haleflerine böylelikle aktarılmış olmaktadır. Dinin ve Diyanet’in yönünü artık layik kanunlar kapsamında işleyen Cumhuriyet’in yasama ile yürütme erki belirleyecektir.
Tam bu noktada temas edilse yeridir ki, 24 Temmuz 1923’te, Türkiye ile Batılı egemenler ve uyduları arasında imzalanan, yürürlükteki anayasamızın ise 90. maddesine göre her koşulda kanun hükmündeki, Lozan Andlaşması’nın Kısım I. Fasıl III.’teki amir 37.-45. hükümleri arasında, bilhassa 39. maddedeki
“Gayri müslim akalliyetlere mensup Türk tebaası, Müslümanların istifade ettikleri ayni hukuk-u medeniye ve siyasiyeden istifade edeceklerdir …”
hükmü, Türkiye’yi gayri-Müslim Türk ile Müslüman Türk kutupları arasında ve Müslümanlık temelinde konumlandırması açısından, çok manidardır.
Çokça ıskalanan bu çarpıcı anayasal gerçekler, aslında “Türkiye, Sezaropapist bir Cumhuriyet İslamı idaresidir” demeye getirir. Her ne kadar, 1928’de benimsenen bir kanunla, dönemin anayasasının ikinci maddesinde yer alan “Türk Devleti’nin dini, İslam dinidir” cümlesi çıkartılmış olsa da, Diyanet (sözlük anlamı: “Din Kurallarına Tam Bağlı Olma Durumu” – TDK) kilit konumda bir Cumhuriyet Şeyhülislamlığı olarak kaldıkça; ayrıca en yüce değerlerimizden İstiklal Marşımız, inkar edilemeyecek açıklıkta Türk yerine “şehadet”, “iman”, “din”, “ezan” dedikçe; öte yandan, Türk Devleti’ne ve Atatürk’e yönelik, gerek İslam öncesinden alıntılanmış mitolojik kült totemizm, gerek Sünni-Hanefi mezhepçilik ağırlıklı ırkçı kudsiyet payandaları yaslandığı ve üretildiği müddetçe, vaziyet değişmeyecektir.
Dolayısıyla, yinelersek: “Türkiye Devleti, Laisiteci bir Sünni-Türk İslamlığıdır”. Cumhuriyet tarihi boyunca, tüm siyasi ve idari kurumlarıyla Müslüman-Bizantizm (keza “Anti-Bizans”) meylini defalarca açık bir şekilde sergilemiş olan ülkemiz, eskiden olduğu gibi günümüz konjonktüründe de, her fırsatta sergilemeye devam etmektedir.
Bunları tartmadan, “aydın” geçinen loş ve çakma Batıcı beyinler, ne Avrupa’da Ultramontanizme (Alpler-aşırı Eklesiastik Papalık otoritesine) karşı bir o kadar bağnaz ve kaderci Gallikan, Protestan ve Anglikan başkaldırıları, ne de Fransız ile Amerikan Devrimlerin “kilise ile devletin birbirinden ayrılması” ateşkes felsefesini hakkıyla kavrayamazlar; hele Avrupa’da Krallıklar ile Demokrasilerin nasıl olup da yanyana nazik bir terazi dengesinde durduğunu katiyen çözemezler.
Uzun lafın kısası, ismi konmasa da Atatürk ve halefleri, Müslüman ile gayri-Müslim bütün Türkler üzerinde hem Sezar’dır, hem Halife’dir. Bilhassa Atatürk’e yönelik hayatı boyunca ve öldükten sonra bile gösterilen, Gaziliği ve Müşirliği (Mareşalliği) yanısıra, neredeyse Sultanlara layık yüksek manevi hürmet ve kült sembolizm; ayrıca Haçlı istilasını misak-ı milliden kovup Müslümanlığın özgürce yaşanmasına olanak sağladığı yönündeki yerleşik savlar, her halde bunun en sarih birer kanıtıdır.
Adını böyle koyarsak, İslamiyet’in Türkiye’de yenilenen çerçevesi ile sınırları, Cumhuriyet kurulurken Atatürk’ün ve etrafındaki Kemalist kadronun kararları ile görüşlerine tabi kılınmış idi. Cereyan eden olaylar silsilesine bakıldığında, aynen öyle de olmuştur; Haricilik, Şiilik, Alevilik, Bektaşilik, Mevlevilik, Nakşilik, Nurculuk gibi “uç yorumların” esamisi bile okunmamıştır. Bahailik, Nusayrilik, Ezidilik, Yersanilik, Drüzilik, Sihlik ise hak getire… Bunlar Lozan Andlaşması’nın “gayri-müslimler” kategorisinde bile münderic edilmemişlerdir. Hiç birine Diyanet camilerine tıkılmanın dışında bir seçenek sunulmamıştır; bugün dahi halen sunulmamaktadır… (Aleviler gibi kalabalık bir inanç topluluğunun Cemevini ayrı Müslüman ibadethane kabul ettirmede neticesiz kalan gayretlerini hatırlayalım.)
Bilakis, görülen o ki, Cumhuriyet’in kuruluştaki (ve şimdiki) yürütme ve yargı unsurları, adı geçen uçarıları avlayıp öğüterek tek-tip kalıba sokmaya programlanmıştır. Yani tabir caizse, İslamiyet’in Kemalizm Mezhebi denebilecek Batıcı-Türkçü bir inanç esvabı herkes için dikilmek istenmiş olup, Mustafa Kemal Atatürk’ü yaşarken ve öldükten sonra ululaştırılan milli-devrimci kudsi bir akım olanca kuvvetle uygulamaya dökülmüştür…
Bunun zamanla tavsayıp, Amerika-dalkavuğu koyu Sünnici bir çizgiye doğru rayından çıktığı hususunu tabii, enine boyuna birazdan deşilmek üzere, saklı tutuyoruz…
Nitekim, Kemalist Sezaropapizm, kararlı ve sıralı adımlarla, Şeriat mahkemeleri ile Medreselerin kaldırılmasında; Tekke-Zaviye-Türbelerin kapatılmasında; şapka ve kıyafet inkılabında; alfabe ile sayıların latinizasyonunda; dinen yasak bellenmiş tasviri sanatlara hayli yüksek önem verilmesinde; Gregoryen takvime geçişte; buna karşın dini bayramların milli bayramlara ek olarak korunmasında; o arada Şehitlik ve Gazilik makamlarının Müslüman-kültürel atıflarıyla tutulmasında; kadın-erkek hukukunun Kur’an-üstü bir medeni kanuna göre denklik esasında baştan düzenlenmesinde; yine Kur’an-dışı Avrupai bir ceza hukukunun benimsenmesinde; kadınlara İslam dünyasında ilk kez seçme-seçilme hakları verilmesinde; hicabın toplum hayatından gitgide dışlanması ve kadınların Batıcıl yaşam ölçütleri uyarınca serbestleşmesinde; Türkçe’de Arapçılıktan uzaklaşmaya dönük özleştirmecilik hareketlerinde; Türkçe ezan ile Türkçe Kur’an gibi atılımlarda ve Ayasofya Camii’nin müzeleştirilmesinde, kendini göstermiştir. Atatürk’ün her hal-i karda “dini toplum için lüzumlu” gören ve “dinsiz milletlerin varolamayacağını” söyleyen, ancak yine de “ilhamlarını gökten indiği sanılan kitaplar yerine doğrudan hayatın içinden alan” mutlak iradesi altında İslamiyet’in içeriği, “çağdaş Batı uygarlığı ekseninde” en baştan tanımlanmıştır.
Her ne kadar Sezaropapizmin tarihte pek çok ilerici hamleyi örgütlediği olgusunu teslim etsek de, bunları bir kenara koyduğumuz an, çoğu kez canavarca bir sömürü mekanizmasına dönüşüp toplumsal baskıların mimarı oluverdiğini de izleriz. Bu durum aynıyla Kemalist Sezaropapizm için de geçerlidir.
İngilizleri bile hayrete düşüren “Halife’nin halli” hamlesinin, Musul ve Kerkük üzerinde emelleri olan Britanya ile emperyalist ardılı ABD’nin ekmeğine yağ sürdüğü ve çarpık Batılılaşma furyasının, talihsiz mübadeleler sonucu nüfusu renksizleşip kısırlaşmış bölgemizin kökten dönüştürülmesi yönündeki küresel hesaplara hizmet ettiği savı ortada iken…
1) “Türkler ile Kürtler” arasındaki yegane bağ sayılan Hilafet fiilen ortadan kalkmış görününce (yahut belki de hakikat topluma buradaki kadar berrak aksettirilemediğinden ötürü), “bölücü ve gerici başkaldırıların” haliyle tetiklenmesi;
2) yukarıda özetlenen keskin Batılılaşma gidişatı iyice belirdiğinde, Cumhuriyeti uzun yıllar uğraştıracak onlarca “Şeriatçı” – “Kürtçü” – “Zazacı” ayaklanmanın bilfiil kışkırtılması ve genç Cumhuriyeti kana boğarak yıpratması;
3) çok sert bastırılmış sözkonusu kalkışmalardan yükselen sancılı yankıların günümüze değin ulaşması ve üstüne üstlük ülkemizi “Türk-Kürt”, “Sünni-Alevi”, “Layik-Dindar” (gitgide “Darbeci-Demokrat”) kutuplarında anormal gererek, Türkiye’nin bütünlüğünü parçalayacak emperyalist işbirlikçilik ile yıkım senaryolarını hepten azdıran boyutlara varması;
ilerici devrimcilikten devletçi statükoya ne çabuk sıçranabildiğine, ayrıca bunun bağımsızlıkçı kuruluş ilkeleri bakımından pek ironik, dahası vahim sonuçlarına dair uyarıcı deliller sayılmalıdır.
İşte, içinden geçtiğimiz şu devirde kuruluş özü tavsayıncaya değin, Türkiye’de inancın (başta Sünni, tematik olarak ise Türk) kodları, din adamlarının yetkileri ile sınırları ve dinin yaşanış tarzı, görünürde laisitecilik (dünyeviyetçi halkçılık), esasta ise Kemalizmin Altı Ok ideolojisi tarafından çerçevelenmiş (çoğu kertede maalesef eli kanlı) iktidarların boyunduruğu altındaydı. Atatürk’ün ölümünü müteakip karşı-devrimler sonucu yaşanan fiyaskolar bir yana, halen de Altı Ok’ta kalması yönünde kuvvetli bir kamuoyu mevcuttur.
Zaten, Sezaropapizm, özünde “laisize edici” (laikleştirici), yani ruhbanı dünyeviyet karşısında gerileticidir. Dolayısıyla, Türkiye’de laiklik, hiç de “din ve devletin birbirinden ayrılması” felan değil, basbayağı ulemayı (bilhassa da yobazları) Kemalist laisiteciliğin inanç dogmalarıyla gerilettiği pek etkisiz bir konumda doktriner kontrol altında tutmak demektir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, işte, buraya kadar izah edilen İslamiyet’in Kemalizm Mezhebinin dine göre meşru altyapısını başlangıçta hazırlamak ve ruhban ile softaları hükümete itaat ettirtmek üzere tutulmuş ve görevlendirilmiş olmalıdır. Ayrıca, inanç aykırılıklarını törpüleyip tek-beden “Kemalist Müslümanlığı” ulus çapında yaymak gayesine hizmet için kuşkusuz…
Son dönemlere dek, inişli-çıkışılı da olsa, bu böyle idi. Gelgelelim, milli devrim çok kısa sürede onarılamayacak biçimde tersine döndü; Kemalizm devrildi, ama Sezaropapizm kaldı… (Yerine geçenin adını ben söylemeyeyim, siz tamlayın.)
Zaten, Sünni Şeyhülislamlık merciinin geleneksel refleksleri ve eli-kolu bağlı zoraki işleyişi, gerek kendisini, gerek kontrolü altındaki kitleleri zamanla Vahhabilik ile Arapçılık batağına sürüklemiştir. Türkiye’nin jeopolitiğini bambaşka bir istikamete güdümleyen NATO iktidarlarının marifetleri de bu tabloya dahil edildiğinde, günümüzdeki perişan manzaralar hazırlanmış olmaktadır.
Sonunda Diyanet aslına rücu etmiştir. Din ulemasına ise gelişmelere ayak (kılıf) uydurup, insaniyet ile bilimsellik yaftalarına sığınarak, özü tarumar edilmiş inanç ve tabu demagojileri üretmek düşmüştür. Devlet dine her zaman olduğu gibi yine egemen olmakla birlikte, bu kez ekseni acayip ters tarafa yatmıştır.
Zira, eğer ruhani önderler (Suudi Arabistan, Katar, Umman türü diyarlarda olduğu gibi) kaderci, taklitçi, nakliyeci, teslimiyetçi, kanaat-nasihatçisi, çapsız, hinoğluhin ve gitgide emperyalist gavurun maşası olma eğilimindeyse – ki Ortadoğu’daki Sünni yapılar (bireysel Sünni inanca saygımız saklı olmakla beraber) 18. Yüzyıl’dan bu yana hep Batı kolonializminin yardakçısı olmuştur – o halde, Avrupa’daki Aydınlanmacı Mutlakiyetçi rejimlerin vaktiyle bilimlere ve sanatlara verdiği öneme kanarak, Anadolu’nun değişen toplumsal koşullarında yol alınacağını zannetmek, bize özgü dinamikler ve tarihi sakıncalar ortadayken, büyük bir yanılgı olacaktır.
Dindarlığı neredeyse türbandan ibaret reaksiyoner mahalle baskılarına ve içi boş şekilciliklere indirgemiş olduğumuz halde, eğer magazinel ilkellikler, ahlaksızlıklar, vicdansızlıklar, iğrençlikler alıp başını gidiyor ise, olmaktadır da…
Zekeriya Beyaz’dan İhsan Eliaçık’a kadar, olan bitenin ayırdında her aklı başında Müslüman bilgin bu gerçekleri haykırıyor.
Hümeyni devriminden yukarıda övgüyle bahsetmiştim. Bir önceki yazımda (< “Stratejik derin işbirlikçilik” bakımından, Türkiye’nin akıllanması felaket olur!>)izlenimlerimi aktardığım İran ile Türkiye’nin farkı, kuşkusuz ruhbanında gizlidir. İran uleması tarih boyunca hiç durulmamış, gerek Halife Me’mun döneminde Merv merkezli Mu’tezili Mihne (Akli Reform Süreci) bağlamında, gerek Abbasilere karşı Babek isyanlarında, gerek Eşari-Sünni Selçuklular’a karşı İsmaili-Şii Hassan el-Sabbah’ın Alamut merkezli yıldırıcı operasyonlarında, gerek 19. Yüzyılın ezoterik Babilik/Bahailik hareketinde, keza yerleşik despot statükoya karşı sürekli başkaldırılarda boy göstermiştir. Özetle, İran Ayetullahları karakterli ve çaplıdır. Din tavsarsa ya yeni din getirirler, yahut ellerindekini sömürünün statükosundan kurtarıp revize ederler; bu güce sahiptirler.
Ne mutlu ki, bugün İranlılar, İslam’ı bizdeki bilgi-namusu özürlü aklıevvellerin tekelinden kurtaracak kadar niteklikli ve donanımlıdırlar. İran İslam Devrimi’nin başarısı işte burada yatmaktadır.
Bizdeki Sezaropapizm ise, Cumhuriyet kurulduğundan bu yana ülkemizi köküne kadar boyunduruk altına itip Allahsızlaştırmıştır. Ezanların, ibadetlerin içi pörsümüştür. Batı’da Sezaropapizm moderniteyi getirdiği halde, Sünni müesses nizam ile laisitenin karışımı gerçekten çok zehirli bir iksir olmuştur: İki-yüzlü, sahtekar, vicdansız, düzeysiz, ilkel, Amerikancı Kapitalist-Müslüman partizanlığı baştacı etmiştir. Din ile kutsallık, dar olduğu kadar çirkin grup menfaatlerine sürekli alet edilmiştir. İlk bakışta Osmanlı hezimetinden ders çıkartılması gerekirken, hala daha o yoz, ezik, bitik yüzyılların özlemiyle öykünüp şişinen günümüz Türk milliyetçiliği örnekleri, bize her halde yeter ezadır.
Ülkemizde okyanus-ötesi suni teneffüsle onyıllardır kayırılmış olan Ameriko-Kemalist elitin son dönemlerdeki düşüşü, süprülüşü ve Kemalizmin iktidar sahnesinden topyekun silinmesi ile birlikte, yerini doldurmakta olan (yine okyanus-ötesi yaşam destek ünitesine bağlı) “Yeni Türkiye Sezaropapizmi”, Avrupa’daki hemcinslerinin ve orijinal Kemalist selefinin ivmeli günlerindeki başarılarının aksine, yürek burkan örneklerine hemen her köşede çokça rastlayabileceğimiz, alabildiğine gerici, hurafeci, çağdışı manzaralara gebe olmaktadır.
Sezaropapizm nizamı yerinde durduğu halde, değişen havaların dini meşruiyet altyapısını, tabii ki, darkafalı ve pısırık neo-Osmanlıcı inanç bağnazlığını topluma pompalama vazifesine hemen ısınmış “Erastianist” Diyanet İşleri sağlamaktadır. Zaten Kemalizm ile Diyanet karması bir Müslümanlık hayalden öte değildi ve olamazdı.
Evet, Kemalizm devrilmiştir, ama Sezaropapizm kalmıştır… Ama kimlerin eline?
Türkiye en kısa zamanda bu Osmanlı artığı “Laisiteci İslamlık” Sezaropapizminden kendini kurtarmalı ve Allah’ı yeniden bulacağı sistemi kendi içinden varetmelidir.
“Stratejik derin işbirlikçilik” bakımından, Türkiye’nin akıllanması felaket olur!
Fatih Altaylı’nın “İran’ın vurulması felaket olur” başlıklı 31 Mart, “İran nasıl bir yer” başlıklı 1 Nisan, “Güney Kore ve İran” başlıklı 4 Nisan 2012 tarihli köşesini yazıklanarak okudum. Altaylı, Habertürk ekibiyle birlikte, Recep Tayyip Erdoğan kabinesi peşisıra bir medya konvoyu eşliğinde İran’a uğramış ve sadece bir kereliğine, hem de topu topu iki günlüğüne adeta minibüs camından yahut otel odası penceresinden görebildiği bir memleket hakkında, üstünkörü, alabildiğine yavan değerlendirmelere kalkışmış.
Güney Kore konusunu mütalaa ederken ise, beyaz ırk postalları altında Kuzey’e siper kılınan, Türk ordusunun dahi kanıyla-canıyla alet olduğu, milyonlarca insanın hunharca biçildiği, neredeyse fahişeleşmiş ithal kapitalist sömürü düzenini resmen baştacı etmiş. İlki Çin-Sovyet ekseni, diğeri Amerikan-Japon ekseni güdümünde palazlandığından ötürü, bir değil aslında her iki Kore’nin olağandan ileri toplumsal sıçrama başarısı kaydettiğini, küresel cephelerin buna münhasıran yatırım yaptığını hiç çözümleyememiş, Fatih Altaylı.
Çalışkan ve onurlu Korelilere yönelik takdir hislerimiz saklı olarak ifade edelim ki: Hem de ne bedeller uğruna ilerleme!
Zira, savaş sonrası Güney Kore tarihi incelendiğinde, “ileri demokrasisini buluncaya değin”, Altaylı’nın burun kıvırdığı İran kadar, Türkiye’yi aratmayacak kadar, hatta daha bile fazla kanlı, olaylı, darbeli geçtiği görülüyor. Onca Anglo-Sakson iltimasa rağmen! Şimdilerde bilgisayar bağımlısı Seul’lü hamile kadın, doğurduğu yavrusunu çöpe atıp oyununa kaldığı yerden devam edebiliyor… Ayağının tozuyla geçerken övdüğü memleketin diğer bir vechesi de bu.
Niyeti 1 Nisan şakası değildi ise, Altaylı’nın köşesi, bilhassa İran gerçeğinin çok maksatlı bir çarpıtması olmuş.
Globalist sermayenin maşası kılınan iktidarın nasıl acz içinde oraya-buraya sevkedildiği, bu uğurda Türkiye’nin uluslararası itibarının kaç paralık olduğu, gören gözler, düşünen beyinler için malumdur. Özetle, Türk heyet, onca şişinmenin ve şişirilmenin aksine, İranlı yetkililer tarafından hiç de beklemediği kadar mesafeli karşılanmış… Başbakanın eteklerinden ayrılmayan Altaylı da, Amerikan 8. Kolordu üsleriyle döşeli cücük kadar Güney Kore’yi yere göğe sığdıramazken, onun 16 katı büyülükte ve dört bir yandan ABD-İsrail-Bedevi tasallutuyla cendereye alınan egemen İran’ı, “geçmişte kalmış köhneleşen bir ülke” olarak niteleme bayağılına sıkışıvermiş.
Türkiye’nin hayati önemde asıl ve güncel konjonktür meselelerine ise, her zamanki gibi, dokunma zahmetine girilmemiş. Şu basit mukayese tahtında, Güney Kore’ye ve dahi İran’a ne yapmaya gidildiği, munkabız medya karalamalarından hiç mi hiç anlaşılmıyor.
Kuşatılmak istenen bağımsız İslami İran Cumhuriyeti’nin, Amerikan çıkarlar-güdümlü Türk heyete ve bitirim basın mensuplarına nasıl bir muameleyi layık gördüğünü tahmin etmek güç değil. Bundan Altaylı gibi, ziyadesiyle “racon”a prim veren kerameti kendinden menkul gazeteciler de payını almış görünüyor. Nitekim, T.C. Başbakanının bile bir tam gün boyunca sekreterya düzeyinde hastalık bahanesiyle bekletildiği yerde, “gücü öz-körlüğünde” olan yanar-döner medyanın muhatap olduğu standart soğuk karşılamadan kuyruk acısı duymaması elde olmasa gerekir.
Öte yandan, İslami İran Cumhuriyeti Parlamentosu başkanı Ali Laricani, görüşmelerin ertesinde, şamar gibi açıklamalarıyla, Türkiye’yi emperyalistlerin taşeronu olmakla ve samimiyetsizlikle itham ediyor. Yani, pozdan poza giren Türk heyet, meğer kem-küm etmiş, ezilip büzülmüş, neticede avucunu yalamış; bir tek Acem-diyarından dışarıya buyur edilmediği kalmış…
İçine düşülen haysiyetten nasipsiz yalakalık sürecinin düzeyi bu işte. Sonuç: yine öfkeyle gürlemeler, karşı tarafa ayar vermeye öne atılmalar ve her defaki gibi boyunun ölçüsünü alıp yerine oturmalar… Böyle bir vaziyet karşısında iktidara şirin görünmek adına yavşaklaşan basın, iltimassız sırf kendi imkanlarıyla şahlanan İran’ı alttan alttan kötülemesin de ne yapsın?
Zaten gelişen koşullarda, kuşatılmış ama boyun eğdirilemeyen bağımsız İslami-sosyalist İran ulus-devletine gidip, oraları tarafsız ve özgür bir gazetecilik merceğinde incelemeye tenezzül edilmeyeceği, edilemeyeceği başta sergilenen tavırlardan belli idi. Küresel sermayenin bölgedeki ceberrut petro-nükleer ihtiraslarını temsilen ve Türkiye Cumhuriyeti egemenliğimizin tamamen aleyhine olarak, Libya’dan sonra Suriye ve İran konusunda da nasıl cepheye itildiğimizi, kimlerin kışkırtmasıyla ve hatta maiyeti kılınarak, Orta Doğu’nun neo-Osmanlıcı Alikıran-başkesenliğine soyunduğumuzu tahlil edecek kapasite, yaldızlı nakliye habercilikten ötesini becerme yoksunu yerli basından elbette beklenemez.
Altaylı, İran’da iliklerine kadar bir baskı rejimini(!) inceden inceye hissettiğini söylemekle kalmamış; ismi meçhul sözüm-ona “Keskin İslamcı” tövbekar bir zata alıntı yollu, “İran’dan dönüşte Taksim’de Atatürk heykelinin elini öpüp teşekkür edeceğim!” dedirterek, (bu kadar putçuluk nasıl “keskin İslam” oluyorsa artık) gardrop Atatürkçülüğü’nü yüceltmeyi de ihmal etmemiş.
Sanki, övünülen şu noktada, kah “Yurtta sulh, cihanda sulh”, kah “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”, kah “Türk Gençliği’ne Hitabe” manidar sözlerini Mustafa Kemal değil de, bir başka kişi söylemiş gibi… Hani, 350 milyar dolar dış borç, 75 milyar dolar yıllık cari açık, 10 milyon işsiz nüfus, işverenlerin insafında köleleştirilmiş çalışan kitleler ve batmış hukuk sistemi ile, emperyalizmin kirli emellerine memur edilen günümüz Türkiyesi, Pehleviciliğe ucuz göndermelerle, Atatürk çizgisinde, çağdaşlık yolunda ilerlemekteymiş gibi…
Aslında bu aynı zamanda bir itiraf sayılabilir. Türkiye’de Atatürk’ün büstlerini dikip ilkelerini tarihe gömen, o arada iliklerine kadar dış ilişkilerde tabaspusu, buna karşılık içte zorbalaşmayı, yargıda skandal mertebesinde adaletsizleşmeyi, idarede insafsızlaşmayı, polisiyede vicdansızlaşmayı, medyada çiğleşmeyi, uygarlıkta öykünme Batı ezberciliğini, gelir dağılımında zirveleşen dengesizlikleri, uçuklaşan zam ekonomisinde ise sel gibi kükreyen çöküntü alarmlarını sineye çekenler, hakketmedikleri halde alıştıkları yağcılık ödülünü göremedikleri kaya gibi yerde, sırça saraylardan düşüşü iliklerine kadar tabii ki hissederler.
İran hakkında bu kadar kesin neye dayanarak mı konuşuyorum? Kaderin güzel bir cilvesi olacak ki, emperyalizmin iteklediği Türk resmi heyet İran’dan geçtiği günlerde, 23-30 Mart haftası boyunca, Tehran, Kum, Keşhan, Isfahan, Şah Rıza ve Şiraz metropolleri yanısıra, Pasargad, Taht-ı Cemşid (Persepolis) ve Nakş-ı Rüstem tarihi kalıntılarını da gezip dolaştığımız 2000 kilometrelik uzun ve yorucu bir İran gezisini tamamlamış olarak, Tehran’a çoktan dönmüştüm; işte buna dayanarak…
Sözkonusu bir hafta içinde, gözleri ve gönülleri büyüleyen Acem diyarında onlarca candan insanla tanıştım, sergilik yüzlerce fotoğraf çektim, enfes lezzetler aldım. Her üç-dört kişiden biri Türkçe bildiğinden, ayrıca Arap yazısına kısmi hakimiyetim de hesaba katılınca, hiç yabancılık çekmedim. Zaten bütün yol levhaları Farsi + İngilizce idi. Kah takım elbiseli kravatlı, kah ortamla uyumlu sarıklı ve cübbeli Müslüman seyyah-alim kıyafetimle, devlet görevlileri dahil hemen herkesten derin hürmet ve sıcaklık gördüm. Şii mescitlerde hiç yadırganmaksızın Hanefi usulünde cemaatle saf tuttum; gerçek Alevi müminlerle muhabbet edip tokalaştım. Özetle, İran hep duyumsadığım ve okuduğum gibi, gerçek İslam’ın vatanı çıktı. 2009’da gezip gördüğüm Pakistan’ın bile fevkinde olarak…
Mini etek / açık baş demagojisine takılmadan söyleyeyim: Kadınlar da, erkekler de, toplum içinde, pazar yerlerinde, tarihi mekanlarda ve müzelerde rahatça kaynaşabiliyorlar. Hele Nevruz dolayısıyla, akın akın sokaklarda, dışarılarda serbestçe geziyorlar. Genç kızlar pekala kot giyebiliyor, üzerlerine inceden bir tesettür gömlek geçirip, başlarına zarif bir eşarp doluyorlar. Makyajları, süsleri ve topuklularıyla gayet alımlı, kibarlar. Etek kültürü yok gibi. Çok nadir rastladım uzun etek giyen bayanlara. Buna karşın, Tehran-İmam Hümeyni havalimanında dizüstü etek ve siyah naylon çorap giyen yabancı bir kadının dahi hoşgörüldüğüne şahit oldum. Apaçık teşhircilik olmadıktan sonra, uluorta yapılmadıktan sonra, içki-kumar-seks-sodomi gibi haltları dileyen yapıyor zaten. Buradaki takdire şayan güzellik, ahlaksızlıkları toplumun gözünün içine soka soka lanse edemiyor olmak. Öte yandan, bazı oteller çiftlerin evli olup-olmadığına bakmaksızın rahatça müşterek oda ayarlayabiliyor. Bizdeki gibi ayyuka çıkmış paparazzi ifşaat rezilliklerine geçit verilmediğini söylemek zait olur. Tütün tüketimi – nargile keyfi ise bütün cinsiyetler için şaşırtıcı derecede serbest. Ekranlarda her naneye geçit verdiği halde sırf bunları puntolayacak ikircikli bir kanal sansür kurulu çok şükür ki yok!
İddia olunan baskı rejimi hissini, İran’a önyargıyla, özellikle diplomatik temas gayesiyle gelmiş yaban dışında kimsede göremiyorsunuz. İlk bakışta huzuru ve barışı yakalamış bir toplum. Her açıdan güllük gülistanlık elbette denemezse de, apaşikar tırmanıştalar. Ondört milyonluk Tehran, yıllar önce gittiğim Atina’yı her alanda geçmiş neredeyse. Binalar muhkem, asfalt dümdüz, ışıklar ve trafik nizama uygun. Ne Tehran’da, ne diğer kentlerde gecekondu mahallesi, delik deşik yol diye bir şey görmedim. O garabetler belli ki bize mahsus. Aşk ile bağlı oldukları İmam ve İmamzade türbeleri şıkır şıkır gümüş, altın, pırlanta ve mücevherlerle donatılmış; mescid mimarilerinden ve süslemelerinden özgün İrani sanat fışkırıyor. Her devrimde görülen aşırılık günleri, yerini normalleşmeye bırakmış; hele sekiz yıl kıran-kırana vatan müdafaası yaptıkları ve savaşın bugünlerde yeniden kapıya dayandığı düşünülürse, beklenmedik ölçüde olumlu bir iyileşme…
Manzara, “Türk Heyet acaba Suudi Arabistan’a mı gitti yanlışlıkla?” dedirtiyor. Türkiye’de son dönemlerde Ilımlı İslam lafzını ağızlarından düşürmeyenler, İranlı kadınların arasında, sıkmabaş takan hemen kimse olmadığını; bilakis, genelde ninelerimizin taktığı türden bir başörtüsünü saçlar önden görünebilecek şekilde bağlayıp sokaklara çıktıklarını biliyorlar mı? Çarşaflı dolaşmanın ise dini çevre, ibadet ve ziyaretler ile alakalı olduğunu? Yahut peçe diye bir şey hiç olmadığını ve yüzlerin hep açık olduğunu? Uzun etmenin hiç gereği yok: İranlı kadınlar toplumda çok esaslı ve saygın duruyorlar.
Şimdi, iddia olunduğu üzere İran’daki tesettür mü “yarım-yamalak”, yoksa bizde fetiş haline getirilmiş didişmeli laik-dindar kamu düzeni mi?
Altaylı’ya göre İranlı kadınların durumu o kadar da kötü değilmiş… Türkiye’deki ilkel mahalle baskılarına, töre cinayetlerine, ata-erkil işkencelere ve dayaklara kurban giden, hayatları karartılan, gazetelerin her hafta o iğrenç erkek vahşetini sansürsüz manşetlere taşımaktan geri kalmadığı ve devletin bile korumada avallaştığı canım ezik kadınlarımızın durumu çok ahım-şahımmış gibi… Altaylı , laik ve çağdaş geçinen Türkiye’nin kadın hakları davasında içine düştüğü acınılası perişanlık düzeyini izah edemediği için ve kadınlarımızın İran’a kıyasla mecliste bile parmakla sayılabildiğini bildiği için lafı böyle yuvarlıyor olmasın? Sonunda kendi de dayanamayıp İran için “ana-erkil” deyivermiş zaten.
İran’ın kadınlarına verdiği değer bir yana, taciz-tecavüz, magandalık, cürüm ve terör eylemleri sicili itibariyle herhalde yüzümüzü on kere kızartacak bir tablo çıkar. Herşeyden önce, köşe-başı hovardalık, dayak, bomba patlamıyor; demokratik haklar paravanı ardında özerklik ilanları, bölgesel ayaklanmalar organize edilmiyor; bizde olduğu gibi gerillaya sınır kapılarında lokumlu-baklavalı karşılama törenleri yapılmıyor; yapanlara hukuk apışıp kalmıyor… İran üniter-devleti, magandalığa, kaosa, tedhişe göz açtırmıyor. Şehitlerini ise yolların kenarına düzenli astıkları büyük boy kahramanlık fotoğraflarıyla anıyor, bayraklaştırıyorlar. Helal olsun.
Ayrıca, Altaylı’nın iddiasının tamamen hilafına, İran devlet görevlilerinden hiçbiri kılıksız değil. Bazısı sivil, çoğu düzgün giyimliler. Kravat takmayışları bunu emperyalizmin sembolü saymaları. Onyıllardır tecrübe ettiğim üzere, asıl üniformalı dolaştıkları halde yakışıksız diklenmeler, pişkinlikler sergileyenler ziyadesiye bizde görülüyor. Türkiye’deki örneklerin bolluğunun tersine, bir-iki tanesi dışında doğrudan afra-tafra atan görevliye ben İran’da rastlamadım. Ekseriyeti halk adamları. Birilerinin “raconu” oradakileri irkiltmişse, kirli sakallı avare görüntüden dolayı terslemişlerse, orasını bilemem. Benim gördüğüm, Cuma namazında cemaatle karşıladığımız Reisicumhur Mahmud Ahmedinecad’ın sıkı güvenlik memurlarından trafik polislerine kadar, herkes vazifesini mükemmel bir bilinçle ve sorumlulukla yerine getiren insanlardı. Şahsen tanıştıklarım çoğunlukla güler-yüzlü, iyi-niyetli çalışanlardı. Mesela, Pasargad’da gözlüğümü kazara düşürüp kaybettiğim zaman, bulunması konusunda oradaki ilgililer çok gayretli ve yakın davrandılar. Isfahan’da iki gün önceki rezervasyonumuzu çiğneyen ve bizi gece vakti odasız bırakan bir otelin yüzsüzlüğünü bildirdiğimizde, polis hemen bu küstahlığa vaziyet etti ve cezalarını anında kesti. Ayrıca, Tehran’a ilk gelişimizde, havalimanından şehre bizi 40 dolar çarpmaya kalkan taksiciye, kaldığımız otel çalışanlarının yardımseverliği sayesinde müstehakını bildirdik. Bunların dışında, İran gezim boyunca başkaca aksaklık, aksilik yaşamadım. Yolculuğumu büyük bir memnuniyet ve harika izlenimler edinmiş olarak tamamladım.
Doğru fikir vermesi açısından şunları da hızlıca kaydedeyim: İran’da petrol 5’te 1 fiyatına; benzin sarfiyatı ve şöförümüz de dahil olmak üzere, 400 dolar gibi ehven bir rakama bir taksi tutmak suretiyle, 2000 km yolu gözümüz arkada kalmayacak rahatlık içinde katederek, beş günde Şiraz’a kadar inip Tehran’a geri döndük. Litresi 1 TL’nin altında benzin!.. Konakladığımız yerler, tanıdığımız insanlar gayet medeni idi. Hiçbir ihtiyacımız eksik edilmedi. Isfahan’da beş yıldızlı Abbasi Otel’in – ki kalacak olsak en düşük fiyatlı odanın gecesi 250 dolar ediyordu – lüks lokantasında şöförümüz ve pederimle birlikte üç kişi krallar gibi kebablar-etler-pilavlar-cacıklar yediğimiz halde sadece 60 dolar, yani 100 TL ödedik. Demek oluyor ki, yemekler, etler Türkiye’nin en az yarı fiyatına idi. Tehran’da Firdevsi otelde gecesi 75 dolardan, diğer yerlerde ise çok daha uygun fiyatlara konakladık. 100 dolara kendi boyumda el işçiliği bir Buhara halısı satın aldım. Hediyelik eşyalar bizdekilerin yarı, üçte bir, dörtte bir fiyatına.
Otoban deseniz, İstanbul’dan Adana’ya veya Rize’ye bu kadar düzgün ve emniyetli eşdeğer bir çevreyolu Türkiye’de henüz yok. Hem de duble değil, dörtkat yol. Herkes 120 km hız sınırına uymak zorunda. Uymayanlar rutin sürat ölçümlerine yakalandığında cezaları anında kesiliyor. Trafik kazaları oranı hayli yüksek dense de (Türkiye’deki yıllık 500.000 çarpışma ile karşılaştırıldığında aslında öyle aşırı değil) ve bizdekileri aratmayacak patavatsız sürücüler adım başı çıksa da, devrik bir kamyon ve zincirleme bir kaza dışında 2000 km boyunca ciddi pürüz, hele ölüm hiç görmedim – hem de Nevruz mevsimi olduğu halde. Ezanlar kulakları asla taciz etmeyecek kadar kısık, makul seviyede duyuluyor. Pıtırak gibi her mahalleye cami diktirmek gibi bir fanatizmaları yok. İmamları ise katiyyen devletten maaşlı elemanlar değil, Beytülmal’dan yahut vakıflardan tahsis edilen bağışlarla, sevkolundukları cemaat namazlarının başına geçen tastamam din hocaları. Bağır-çağır arabesk ezan goygoyculuğu ve ücretli namaz kıldırma personeli garabeti sırf Türkiye’ye mahsus acayipliklerden olsa gerek. Radyolardan klasik İran müziği kadar, pop tarzlar da sabah-akşam serbestçe yayınlanıyor. Nefes kesen bir coğrafya, eşsiz renkler. Nükleer enerjiyi kendi çabalarıyla, tüm baskılara rağmen elde etmekte sergiledikleri başarı, kişilikli duruş da cabası. Üstelik Türklere vize de uygulamıyor.
Bütün bunları gözlerimle gördükten sonra, yaşam koşullarımızın meğer ne kadar yapmacık, ne kadar dışabağımlı hallere düştüğünü çok daha iyi anladım ve ülkeme reva görülen alçakça esaretten ötürü derin utanç duydum.
Gerçekleştirdiğim büyülü yolculuk sonucunda, İran aleyhine ortaya atılan palavraların, çirkin birer karalama, hatta kuyruklu yalan olduğuna bütün samimiyetimle şahitlik ederim!
İran, doğruluk ve hakkaniyet ölçütlerinden feyzalmamış aklıevvel haberci entellerin iktidara şirin görünmek adına tarafgir olarak rapor ettiğinin tersine, inanç değerleriyle barışık, İslami-sosyalist üniter rejimin toplumsal huzuru ve bütünlüğü temin ettiği, insan-hakları sicili her şeye rağmen Türkiye’yi fersah fersah geride bırakan, tüm baskılara ve ambargolara rağmen ortalama refah düzeyini yakalamış, turizm açısından davetkar, doğru tanıtım yönünden iade-i itibara layık, sanat ve kültür abideleriyle, demografik ve coğrafi zenginlikleriyle, sapasağlam ekonomisiyle ve onurlu anti-emperyalist duruşuyla gözleri kamaştıran bir diyar.
Altaylı’nın terkibiyle söylemek gerekirse: “Bir büyük Anadolu kültürünün, Kurtuluş Savaşı vermiş Atatürk Türkiyesi medeniyetinin mirasçıları, böyle mi olmalıydı, bu hallere mi düşmeliydi…”
SEZAROPAPİZM:
“Laisiteci İslamlık” Hegemonyasında Allahsızlaşan Türkiye
“Sezaropapizm”, Prusyalı Cermen toplumbilimci Max Weber (1864-1920) tarafından ilk kez tarif edildiği üzere, ruhban sınıfın dünyevi bir otoriteye kayıtsız koşulsuz biat ettirilmesi olarak anlatılır. Aşikar olacağı gibi, Sezar ve Papa kavramlarının birleşimidir. İlk bakışta sanılacağının aksine, bizi de çok ilgilendiriyor.
Sezaropapizm, İlahi yönetim (Teokrasi) yahut Kudsi yönetim (Hierokrasi) diye tanımlanan “Ruhbanlar İktidarı”nın (mesela Vatikan Papalığı’nın veya Mollalar Rejimi’nin) tam zıt kutbunda yer alan otokratik bir nizamdır. Yani, bizdeki karşılığı ile söylersek; “ulema”, dini kendince düzenleme ve hatta pratikte din-dışı davranma serbestisine sahip, “ulema dışından” bir otoritenin mutlak boyunduruğuna girer.
Tarihte,
— Kendilerini tapınılacak ilahlar olarak palazlayıp, kadim Nil ve Mezopotomya Uygarlıklarını binlerce yıl yönetmiş Firavunlar vesair tanrı-Krallar;
— Zerdüştlüğü devlet-dini olarak sistemleştiren ve bunu iktidarlarına kudsi dayanak kılan (II. “Büyük” Kayruş’tan itibaren) Hehameniş ve (I. Erdeşir’den itibaren) Sasani Pers Şehinşahları;
— Qin-Şi-Huangzi’den beri “Yüce Göğün Oğlu” sayılarak ululaştırılmış Taoist Çin ve Şintoist Japon İmparatorları;
— Pagan (çok-tanrılı) Roma İmparatorluğu’nun, aynı zamanda Pontifex Maximus (Baş Rahip) soylu rütbesini taşıyan, ilahlaştırılmış Julius Caesar, “Augustus” Octavian, Trajan, Hadrian ve Marcus Aurelius gibi Sezarları;
— I. “Büyük” Constantin ile I. “Büyük” Theodosius’tan başlayarak, “Hristiyanlığın Savunucusu” adı altında ve Azizler mertebesinde Bizans İmparatorları;
— Yıkılışının ardından Bizans’ı tevarüs ettikleri savına dayanarak, ülkelerinde yaptıkları sarsıcı Ortodoks Kilise reformlarıyla mutlak iktidarlarını perçinleyen Rus Çar IV. “Korkunç” Ivan ile Çar I. “Büyük” Petro ve Çariçe II. “Büyük” Katerina gibi niceleri;
— Vatikan’dan ayrıştırarak kurdukları Anglikan Kilise’nin Başı sıfatıyla İngiltere Kralı VIII. Henry ve kızı Kraliçe I. Elizabeth çizgisinden daha niceleri;
— Hohenzollern hanedanından Kalvinist-Luteren Cermen Kilisesi’nin Başı sıfatıyla Prusya Kralı II. “Büyük” Frederick gibi niceleri;
— Avrupa’yı çok uzun yüzyıllar yönetmiş ve Romen-Katolik oldukları halde Vatikan’ın topraklarındaki nüfuzunu Alpler’in eteklerine kadar geriletmiş, Habsburg hanedanından Maria Theresa ile oğlu II. Joseph gibi, Kutsal Roma-Cermen İmparatorları,
Sezaropapizm nizamını uygulamış mutlakiyetçi yöneticiler olarak öne çıkarlar.
Erkil ve dişil iktidarları ayırdetmek adına, Sezaropapizm tabirini Türkçe’de “Baba-kağanlık” (Padişahlar Saltanatı) ve “Ana-kağanlık” (Kadınlar Saltanatı) olarak ikiye ayırabiliriz. Bu hükümdarlar, din alanında doğrudan veya dolaylı otorite sergiledikleri gibi, ruhban kesimleri denetimleri altına alarak, inancın içeriğini de yönetip yönlendirmişlerdir. Bu yolla devlet dine egemen olmuştur.
Tam bu noktada dikkate değerdir ki, Türkçe’de “egemen” (“Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir” sözünde geçtiği gibi), Grekçe kökenli “hegemon” (başat kişi veya önder güç) tabirinden gelmektedir. Aynı olarak, Sezaropapizmde devlet, inançları mutlak egemenliği altına alır ve dilediğince şekillendirir.
Batı literatüründe, daha ziyade Bizans ve ardılları ağırlıklı sözkonusu olduğundan, Sezaropapizmin eşdeğeri bir diğer kavram “Bizantizm” olmaktadır. Eğer ruhban kendi rızasıyla dünyevi otoriteye boyun eğmeyi doktrin ve dogma olarak benimsemişse, bu yaklaşıma da (16. YY İsveç Protestan rahip Thomas Lieber “Erastus” çizgisinde) “Erastianizm” denmektedir.
Şunu vurgulamak yerinde olur: Sezaropapist uygulamalarda bilhassa devlet kontrolü altında tutulan inanç, en yaygın ve baskın din olacaktır. Etkin birincil din hatta mezhep, çoğunluğun itikadıdır. Olacaksa, diğerleri gayet sınırlı olarak tanınır. İnanç konularında siyasetin ve genelgeçer menfaatlerin dediği olur. Bazı din adamları itaatkar olsun olmasın, devletin akaid üzerine icraatlerine kafa tutsun tutmasın, son söz hükümet edene aittir. Devlet ile din, iktidarın dünyevi ve uhrevi gücü altında bütünleşmiş ve tekilleşmiştir.
Görüldüğü kadarıyla, hem çokça kanıksandığının tersine, Sezaropapizm, insanlığın gelişimi boyunca, Teokrasi kadar, hatta daha bile fazla, güç çarklarını (ama ileri, ama geri) çevirmiştir. Hatta, denebilir ki, bütün yazılı tarih, Teokrasi ile Sezaropapizm arasındaki denge oyunundan ve bunların gerek birbirleriyle, gerek hemcinsleriyle kavgalarından ibarettir.
Sezaropapizmin çıkarları, genelde bildiğini okuyan ruhban ile barışık durmayı gerektiriyor ise de, çoğu örnek itibariyle, dini doktrinlere doğrudan müdahaleler adetten, hatta politik açıdan, gerekli sayılmıştır. Ruhban sınıftan yer yer yükselen tutucu başkaldırılara ise, dünyevi güç elde olduğu sürece, asla müsamaha gösterilmemiştir. Hele inançta azınlık aykırılıklarına alabildiğine pranga vurulmuş, egemenin tahammülüne sığmayacak “uçarı akımlar” tereddüdsüz ezilmiştir. Dinsiz Komünist rejimlerde bile, Sezaropapizmin en aşırı uygulamalarını ve inançlara azami ölçüde sert müdahalelerini rahatlıkla gözleyebiliriz.
Sezaropapizmin her türlüsünün neredeyse cenderesinde iken, onlara karşı başarılmış “Sahih Teokratik” devrimlerin en tepesinde, Hazreti Resulullah Muhammed Aleyhisselam’ın “Tevhid ve Hakk Din Mücahedesi”, bu bağlamda müteakiben, Büyük Ayetullah İmam Ruhullah Hümeyni’nin “Caferi İslam Devrimi” sayılmalıdır. Tabii, şimdiye kadar anlaşılmış olacağı üzere, buradaki tezimize göre “Sahih Teokrasi”, binyıllar içinde Sezaropapizme kıyasla çok daha nadir rastlanır ve nisbeten çok kısa dönemler hüküm sürmüş bir yönetim biçimi olarak kalmıştır.
Diğer yandan, Sezaropapizm, yüzyıllar boyunca din-temelli kozmopolit imparatorlukların itici gücü olmanın ötesinde, aynı zamanda tarihimizden bildiğimiz karşılıklarıyla ve güncel ezberlerin aksine, Emeviler’den başlayıp son dönemlerine kadar Padişahlık’tır, Halifelik’tir.
3 Mart 1924‘ten itibaren ise, Cumhuriyet’in anayasal korunağında bir inkılap kanunu merceğinden bakıldığında, yine ezberlerin çok dışında unutulmuş olduğu anlaşılan bir gerçeklik karşımıza çıkar: ülkemizde Sezaropapizmin tutuluşu ve uygulanışı, üstte adı geçen “ulvi makamların” lağvedilmesini müteakip, bunların fonksiyonları – bilhassa Şeyhülislamlık merciinin devredildiği “Diyanet İşleri Başkanlığı” üzerinden – yürütme erki sıfatıyla üstlenmiş sayılan T.B.M.M. Bakanlar Kurulu ile Cumhurbaşkanlığı kurumlarına havale edilmek suretiyle, sürdürülmüştür.
Nitekim, ilgili inkılap kanununun birinci maddesinde:
yazar. Bu madde günümüze değin tüm inkılap kanunlarıyla birlikte bütün anayasalarımız içinde korunaklıdır ve üstü örtülü ama kesin bir dille, İslamiyet’teki Hilafet müessesesinin Cumhuriyet Hükümeti ile fiilen kaynaştırıldığını anlatmaktadır.
Zaten, son Halife Abdülmecid Efendi ile Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa arasındaki siyasi sürtüşme sonucu, iktidardaki iki-başlılığın, “hazıra konmacı sultan-kökenli Pan-İslamist rüyacı figüran” aleyhine ve mücadelelerden zaferle çıkmış ulusçu-realist esas lider lehine ortadan kaldırılmasıyla, laisite-kökenli Atatürk, sonradan alacağı soyadına yakışır şekilde, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin en tepesinde, pratikte hesap sorulamaz Baba-kağan bir konuma, yani apaşikar Sezaropapist Aydınlanmacı Mutlakiyetçiliğe yükselmiş olmaktadır.
Böylelikle Halife, gelecekte hiç kimse bu sıfatı geri alamayacak şekilde düşürülmüş ve amme görevlerini fiilen Diyanet İşleri (Meşihat) devralmış, o da (Cumhurbaşkanı iradesi altındaki) Başbakanlığın altında tutulmuş olup; Diyanet İşleri Başkanı son toplamda “Sünniliğin Şeyhülislamı” pozisyonunu aynıyla işgal eder ve dünyeviyetçi laisitenin (görünürde, hatta göstermelik) seçimle belirleyeceği hükümetlere yasalar çerçevesinde tam tabidir (idealde, Erastianizm). Halifenin bütün manevi otoritesi ve kapasitesi de, Türkiye’nin “ululaştırılan önderi” Atatürk’e ve haleflerine böylelikle aktarılmış olmaktadır. Dinin ve Diyanet’in yönünü artık layik kanunlar kapsamında işleyen Cumhuriyet’in yasama ile yürütme erki belirleyecektir.
Tam bu noktada temas edilse yeridir ki, 24 Temmuz 1923’te, Türkiye ile Batılı egemenler ve uyduları arasında imzalanan, yürürlükteki anayasamızın ise 90. maddesine göre her koşulda kanun hükmündeki, Lozan Andlaşması’nın Kısım I. Fasıl III.’teki amir 37.-45. hükümleri arasında, bilhassa 39. maddedeki
hükmü, Türkiye’yi gayri-Müslim Türk ile Müslüman Türk kutupları arasında ve Müslümanlık temelinde konumlandırması açısından, çok manidardır.
Çokça ıskalanan bu çarpıcı anayasal gerçekler, aslında “Türkiye, Sezaropapist bir Cumhuriyet İslamı idaresidir” demeye getirir. Her ne kadar, 1928’de benimsenen bir kanunla, dönemin anayasasının ikinci maddesinde yer alan “Türk Devleti’nin dini, İslam dinidir” cümlesi çıkartılmış olsa da, Diyanet (sözlük anlamı: “Din Kurallarına Tam Bağlı Olma Durumu” – TDK) kilit konumda bir Cumhuriyet Şeyhülislamlığı olarak kaldıkça; ayrıca en yüce değerlerimizden İstiklal Marşımız, inkar edilemeyecek açıklıkta Türk yerine “şehadet”, “iman”, “din”, “ezan” dedikçe; öte yandan, Türk Devleti’ne ve Atatürk’e yönelik, gerek İslam öncesinden alıntılanmış mitolojik kült totemizm, gerek Sünni-Hanefi mezhepçilik ağırlıklı ırkçı kudsiyet payandaları yaslandığı ve üretildiği müddetçe, vaziyet değişmeyecektir.
Dolayısıyla, yinelersek: “Türkiye Devleti, Laisiteci bir Sünni-Türk İslamlığıdır”. Cumhuriyet tarihi boyunca, tüm siyasi ve idari kurumlarıyla Müslüman-Bizantizm (keza “Anti-Bizans”) meylini defalarca açık bir şekilde sergilemiş olan ülkemiz, eskiden olduğu gibi günümüz konjonktüründe de, her fırsatta sergilemeye devam etmektedir.
Bunları tartmadan, “aydın” geçinen loş ve çakma Batıcı beyinler, ne Avrupa’da Ultramontanizme (Alpler-aşırı Eklesiastik Papalık otoritesine) karşı bir o kadar bağnaz ve kaderci Gallikan, Protestan ve Anglikan başkaldırıları, ne de Fransız ile Amerikan Devrimlerin “kilise ile devletin birbirinden ayrılması” ateşkes felsefesini hakkıyla kavrayamazlar; hele Avrupa’da Krallıklar ile Demokrasilerin nasıl olup da yanyana nazik bir terazi dengesinde durduğunu katiyen çözemezler.
Uzun lafın kısası, ismi konmasa da Atatürk ve halefleri, Müslüman ile gayri-Müslim bütün Türkler üzerinde hem Sezar’dır, hem Halife’dir. Bilhassa Atatürk’e yönelik hayatı boyunca ve öldükten sonra bile gösterilen, Gaziliği ve Müşirliği (Mareşalliği) yanısıra, neredeyse Sultanlara layık yüksek manevi hürmet ve kült sembolizm; ayrıca Haçlı istilasını misak-ı milliden kovup Müslümanlığın özgürce yaşanmasına olanak sağladığı yönündeki yerleşik savlar, her halde bunun en sarih birer kanıtıdır.
Adını böyle koyarsak, İslamiyet’in Türkiye’de yenilenen çerçevesi ile sınırları, Cumhuriyet kurulurken Atatürk’ün ve etrafındaki Kemalist kadronun kararları ile görüşlerine tabi kılınmış idi. Cereyan eden olaylar silsilesine bakıldığında, aynen öyle de olmuştur; Haricilik, Şiilik, Alevilik, Bektaşilik, Mevlevilik, Nakşilik, Nurculuk gibi “uç yorumların” esamisi bile okunmamıştır. Bahailik, Nusayrilik, Ezidilik, Yersanilik, Drüzilik, Sihlik ise hak getire… Bunlar Lozan Andlaşması’nın “gayri-müslimler” kategorisinde bile münderic edilmemişlerdir. Hiç birine Diyanet camilerine tıkılmanın dışında bir seçenek sunulmamıştır; bugün dahi halen sunulmamaktadır… (Aleviler gibi kalabalık bir inanç topluluğunun Cemevini ayrı Müslüman ibadethane kabul ettirmede neticesiz kalan gayretlerini hatırlayalım.)
Bilakis, görülen o ki, Cumhuriyet’in kuruluştaki (ve şimdiki) yürütme ve yargı unsurları, adı geçen uçarıları avlayıp öğüterek tek-tip kalıba sokmaya programlanmıştır. Yani tabir caizse, İslamiyet’in Kemalizm Mezhebi denebilecek Batıcı-Türkçü bir inanç esvabı herkes için dikilmek istenmiş olup, Mustafa Kemal Atatürk’ü yaşarken ve öldükten sonra ululaştırılan milli-devrimci kudsi bir akım olanca kuvvetle uygulamaya dökülmüştür…
Bunun zamanla tavsayıp, Amerika-dalkavuğu koyu Sünnici bir çizgiye doğru rayından çıktığı hususunu tabii, enine boyuna birazdan deşilmek üzere, saklı tutuyoruz…
Nitekim, Kemalist Sezaropapizm, kararlı ve sıralı adımlarla, Şeriat mahkemeleri ile Medreselerin kaldırılmasında; Tekke-Zaviye-Türbelerin kapatılmasında; şapka ve kıyafet inkılabında; alfabe ile sayıların latinizasyonunda; dinen yasak bellenmiş tasviri sanatlara hayli yüksek önem verilmesinde; Gregoryen takvime geçişte; buna karşın dini bayramların milli bayramlara ek olarak korunmasında; o arada Şehitlik ve Gazilik makamlarının Müslüman-kültürel atıflarıyla tutulmasında; kadın-erkek hukukunun Kur’an-üstü bir medeni kanuna göre denklik esasında baştan düzenlenmesinde; yine Kur’an-dışı Avrupai bir ceza hukukunun benimsenmesinde; kadınlara İslam dünyasında ilk kez seçme-seçilme hakları verilmesinde; hicabın toplum hayatından gitgide dışlanması ve kadınların Batıcıl yaşam ölçütleri uyarınca serbestleşmesinde; Türkçe’de Arapçılıktan uzaklaşmaya dönük özleştirmecilik hareketlerinde; Türkçe ezan ile Türkçe Kur’an gibi atılımlarda ve Ayasofya Camii’nin müzeleştirilmesinde, kendini göstermiştir. Atatürk’ün her hal-i karda “dini toplum için lüzumlu” gören ve “dinsiz milletlerin varolamayacağını” söyleyen, ancak yine de “ilhamlarını gökten indiği sanılan kitaplar yerine doğrudan hayatın içinden alan” mutlak iradesi altında İslamiyet’in içeriği, “çağdaş Batı uygarlığı ekseninde” en baştan tanımlanmıştır.
Her ne kadar Sezaropapizmin tarihte pek çok ilerici hamleyi örgütlediği olgusunu teslim etsek de, bunları bir kenara koyduğumuz an, çoğu kez canavarca bir sömürü mekanizmasına dönüşüp toplumsal baskıların mimarı oluverdiğini de izleriz. Bu durum aynıyla Kemalist Sezaropapizm için de geçerlidir.
İngilizleri bile hayrete düşüren “Halife’nin halli” hamlesinin, Musul ve Kerkük üzerinde emelleri olan Britanya ile emperyalist ardılı ABD’nin ekmeğine yağ sürdüğü ve çarpık Batılılaşma furyasının, talihsiz mübadeleler sonucu nüfusu renksizleşip kısırlaşmış bölgemizin kökten dönüştürülmesi yönündeki küresel hesaplara hizmet ettiği savı ortada iken…
1) “Türkler ile Kürtler” arasındaki yegane bağ sayılan Hilafet fiilen ortadan kalkmış görününce (yahut belki de hakikat topluma buradaki kadar berrak aksettirilemediğinden ötürü), “bölücü ve gerici başkaldırıların” haliyle tetiklenmesi;
2) yukarıda özetlenen keskin Batılılaşma gidişatı iyice belirdiğinde, Cumhuriyeti uzun yıllar uğraştıracak onlarca “Şeriatçı” – “Kürtçü” – “Zazacı” ayaklanmanın bilfiil kışkırtılması ve genç Cumhuriyeti kana boğarak yıpratması;
3) çok sert bastırılmış sözkonusu kalkışmalardan yükselen sancılı yankıların günümüze değin ulaşması ve üstüne üstlük ülkemizi “Türk-Kürt”, “Sünni-Alevi”, “Layik-Dindar” (gitgide “Darbeci-Demokrat”) kutuplarında anormal gererek, Türkiye’nin bütünlüğünü parçalayacak emperyalist işbirlikçilik ile yıkım senaryolarını hepten azdıran boyutlara varması;
ilerici devrimcilikten devletçi statükoya ne çabuk sıçranabildiğine, ayrıca bunun bağımsızlıkçı kuruluş ilkeleri bakımından pek ironik, dahası vahim sonuçlarına dair uyarıcı deliller sayılmalıdır.
İşte, içinden geçtiğimiz şu devirde kuruluş özü tavsayıncaya değin, Türkiye’de inancın (başta Sünni, tematik olarak ise Türk) kodları, din adamlarının yetkileri ile sınırları ve dinin yaşanış tarzı, görünürde laisitecilik (dünyeviyetçi halkçılık), esasta ise Kemalizmin Altı Ok ideolojisi tarafından çerçevelenmiş (çoğu kertede maalesef eli kanlı) iktidarların boyunduruğu altındaydı. Atatürk’ün ölümünü müteakip karşı-devrimler sonucu yaşanan fiyaskolar bir yana, halen de Altı Ok’ta kalması yönünde kuvvetli bir kamuoyu mevcuttur.
Zaten, Sezaropapizm, özünde “laisize edici” (laikleştirici), yani ruhbanı dünyeviyet karşısında gerileticidir. Dolayısıyla, Türkiye’de laiklik, hiç de “din ve devletin birbirinden ayrılması” felan değil, basbayağı ulemayı (bilhassa da yobazları) Kemalist laisiteciliğin inanç dogmalarıyla gerilettiği pek etkisiz bir konumda doktriner kontrol altında tutmak demektir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, işte, buraya kadar izah edilen İslamiyet’in Kemalizm Mezhebinin dine göre meşru altyapısını başlangıçta hazırlamak ve ruhban ile softaları hükümete itaat ettirtmek üzere tutulmuş ve görevlendirilmiş olmalıdır. Ayrıca, inanç aykırılıklarını törpüleyip tek-beden “Kemalist Müslümanlığı” ulus çapında yaymak gayesine hizmet için kuşkusuz…
Son dönemlere dek, inişli-çıkışılı da olsa, bu böyle idi. Gelgelelim, milli devrim çok kısa sürede onarılamayacak biçimde tersine döndü; Kemalizm devrildi, ama Sezaropapizm kaldı… (Yerine geçenin adını ben söylemeyeyim, siz tamlayın.)
Zaten, Sünni Şeyhülislamlık merciinin geleneksel refleksleri ve eli-kolu bağlı zoraki işleyişi, gerek kendisini, gerek kontrolü altındaki kitleleri zamanla Vahhabilik ile Arapçılık batağına sürüklemiştir. Türkiye’nin jeopolitiğini bambaşka bir istikamete güdümleyen NATO iktidarlarının marifetleri de bu tabloya dahil edildiğinde, günümüzdeki perişan manzaralar hazırlanmış olmaktadır.
Sonunda Diyanet aslına rücu etmiştir. Din ulemasına ise gelişmelere ayak (kılıf) uydurup, insaniyet ile bilimsellik yaftalarına sığınarak, özü tarumar edilmiş inanç ve tabu demagojileri üretmek düşmüştür. Devlet dine her zaman olduğu gibi yine egemen olmakla birlikte, bu kez ekseni acayip ters tarafa yatmıştır.
Zira, eğer ruhani önderler (Suudi Arabistan, Katar, Umman türü diyarlarda olduğu gibi) kaderci, taklitçi, nakliyeci, teslimiyetçi, kanaat-nasihatçisi, çapsız, hinoğluhin ve gitgide emperyalist gavurun maşası olma eğilimindeyse – ki Ortadoğu’daki Sünni yapılar (bireysel Sünni inanca saygımız saklı olmakla beraber) 18. Yüzyıl’dan bu yana hep Batı kolonializminin yardakçısı olmuştur – o halde, Avrupa’daki Aydınlanmacı Mutlakiyetçi rejimlerin vaktiyle bilimlere ve sanatlara verdiği öneme kanarak, Anadolu’nun değişen toplumsal koşullarında yol alınacağını zannetmek, bize özgü dinamikler ve tarihi sakıncalar ortadayken, büyük bir yanılgı olacaktır.
Dindarlığı neredeyse türbandan ibaret reaksiyoner mahalle baskılarına ve içi boş şekilciliklere indirgemiş olduğumuz halde, eğer magazinel ilkellikler, ahlaksızlıklar, vicdansızlıklar, iğrençlikler alıp başını gidiyor ise, olmaktadır da…
Zekeriya Beyaz’dan İhsan Eliaçık’a kadar, olan bitenin ayırdında her aklı başında Müslüman bilgin bu gerçekleri haykırıyor.
Hümeyni devriminden yukarıda övgüyle bahsetmiştim. Bir önceki yazımda (< “Stratejik derin işbirlikçilik” bakımından, Türkiye’nin akıllanması felaket olur!>)izlenimlerimi aktardığım İran ile Türkiye’nin farkı, kuşkusuz ruhbanında gizlidir. İran uleması tarih boyunca hiç durulmamış, gerek Halife Me’mun döneminde Merv merkezli Mu’tezili Mihne (Akli Reform Süreci) bağlamında, gerek Abbasilere karşı Babek isyanlarında, gerek Eşari-Sünni Selçuklular’a karşı İsmaili-Şii Hassan el-Sabbah’ın Alamut merkezli yıldırıcı operasyonlarında, gerek 19. Yüzyılın ezoterik Babilik/Bahailik hareketinde, keza yerleşik despot statükoya karşı sürekli başkaldırılarda boy göstermiştir. Özetle, İran Ayetullahları karakterli ve çaplıdır. Din tavsarsa ya yeni din getirirler, yahut ellerindekini sömürünün statükosundan kurtarıp revize ederler; bu güce sahiptirler.
Ne mutlu ki, bugün İranlılar, İslam’ı bizdeki bilgi-namusu özürlü aklıevvellerin tekelinden kurtaracak kadar niteklikli ve donanımlıdırlar. İran İslam Devrimi’nin başarısı işte burada yatmaktadır.
Bizdeki Sezaropapizm ise, Cumhuriyet kurulduğundan bu yana ülkemizi köküne kadar boyunduruk altına itip Allahsızlaştırmıştır. Ezanların, ibadetlerin içi pörsümüştür. Batı’da Sezaropapizm moderniteyi getirdiği halde, Sünni müesses nizam ile laisitenin karışımı gerçekten çok zehirli bir iksir olmuştur: İki-yüzlü, sahtekar, vicdansız, düzeysiz, ilkel, Amerikancı Kapitalist-Müslüman partizanlığı baştacı etmiştir. Din ile kutsallık, dar olduğu kadar çirkin grup menfaatlerine sürekli alet edilmiştir. İlk bakışta Osmanlı hezimetinden ders çıkartılması gerekirken, hala daha o yoz, ezik, bitik yüzyılların özlemiyle öykünüp şişinen günümüz Türk milliyetçiliği örnekleri, bize her halde yeter ezadır.
Ülkemizde okyanus-ötesi suni teneffüsle onyıllardır kayırılmış olan Ameriko-Kemalist elitin son dönemlerdeki düşüşü, süprülüşü ve Kemalizmin iktidar sahnesinden topyekun silinmesi ile birlikte, yerini doldurmakta olan (yine okyanus-ötesi yaşam destek ünitesine bağlı) “Yeni Türkiye Sezaropapizmi”, Avrupa’daki hemcinslerinin ve orijinal Kemalist selefinin ivmeli günlerindeki başarılarının aksine, yürek burkan örneklerine hemen her köşede çokça rastlayabileceğimiz, alabildiğine gerici, hurafeci, çağdışı manzaralara gebe olmaktadır.
Sezaropapizm nizamı yerinde durduğu halde, değişen havaların dini meşruiyet altyapısını, tabii ki, darkafalı ve pısırık neo-Osmanlıcı inanç bağnazlığını topluma pompalama vazifesine hemen ısınmış “Erastianist” Diyanet İşleri sağlamaktadır. Zaten Kemalizm ile Diyanet karması bir Müslümanlık hayalden öte değildi ve olamazdı.
Evet, Kemalizm devrilmiştir, ama Sezaropapizm kalmıştır… Ama kimlerin eline?
Türkiye en kısa zamanda bu Osmanlı artığı “Laisiteci İslamlık” Sezaropapizminden kendini kurtarmalı ve Allah’ı yeniden bulacağı sistemi kendi içinden varetmelidir.
Yoksa kendisi, gün gelecek, varolmayacaktır.
29 Ekim 2012
Dr. Ozan Yarman
“Stratejik derin işbirlikçilik” bakımından, Türkiye’nin akıllanması felaket olur!
Fatih Altaylı’nın “İran’ın vurulması felaket olur” başlıklı 31 Mart, “İran nasıl bir yer” başlıklı 1 Nisan, “Güney Kore ve İran” başlıklı 4 Nisan 2012 tarihli köşesini yazıklanarak okudum. Altaylı, Habertürk ekibiyle birlikte, Recep Tayyip Erdoğan kabinesi peşisıra bir medya konvoyu eşliğinde İran’a uğramış ve sadece bir kereliğine, hem de topu topu iki günlüğüne adeta minibüs camından yahut otel odası penceresinden görebildiği bir memleket hakkında, üstünkörü, alabildiğine yavan değerlendirmelere kalkışmış.
Güney Kore konusunu mütalaa ederken ise, beyaz ırk postalları altında Kuzey’e siper kılınan, Türk ordusunun dahi kanıyla-canıyla alet olduğu, milyonlarca insanın hunharca biçildiği, neredeyse fahişeleşmiş ithal kapitalist sömürü düzenini resmen baştacı etmiş. İlki Çin-Sovyet ekseni, diğeri Amerikan-Japon ekseni güdümünde palazlandığından ötürü, bir değil aslında her iki Kore’nin olağandan ileri toplumsal sıçrama başarısı kaydettiğini, küresel cephelerin buna münhasıran yatırım yaptığını hiç çözümleyememiş, Fatih Altaylı.
Çalışkan ve onurlu Korelilere yönelik takdir hislerimiz saklı olarak ifade edelim ki: Hem de ne bedeller uğruna ilerleme!
Zira, savaş sonrası Güney Kore tarihi incelendiğinde, “ileri demokrasisini buluncaya değin”, Altaylı’nın burun kıvırdığı İran kadar, Türkiye’yi aratmayacak kadar, hatta daha bile fazla kanlı, olaylı, darbeli geçtiği görülüyor. Onca Anglo-Sakson iltimasa rağmen! Şimdilerde bilgisayar bağımlısı Seul’lü hamile kadın, doğurduğu yavrusunu çöpe atıp oyununa kaldığı yerden devam edebiliyor… Ayağının tozuyla geçerken övdüğü memleketin diğer bir vechesi de bu.
Niyeti 1 Nisan şakası değildi ise, Altaylı’nın köşesi, bilhassa İran gerçeğinin çok maksatlı bir çarpıtması olmuş.
Globalist sermayenin maşası kılınan iktidarın nasıl acz içinde oraya-buraya sevkedildiği, bu uğurda Türkiye’nin uluslararası itibarının kaç paralık olduğu, gören gözler, düşünen beyinler için malumdur. Özetle, Türk heyet, onca şişinmenin ve şişirilmenin aksine, İranlı yetkililer tarafından hiç de beklemediği kadar mesafeli karşılanmış… Başbakanın eteklerinden ayrılmayan Altaylı da, Amerikan 8. Kolordu üsleriyle döşeli cücük kadar Güney Kore’yi yere göğe sığdıramazken, onun 16 katı büyülükte ve dört bir yandan ABD-İsrail-Bedevi tasallutuyla cendereye alınan egemen İran’ı, “geçmişte kalmış köhneleşen bir ülke” olarak niteleme bayağılına sıkışıvermiş.
Türkiye’nin hayati önemde asıl ve güncel konjonktür meselelerine ise, her zamanki gibi, dokunma zahmetine girilmemiş. Şu basit mukayese tahtında, Güney Kore’ye ve dahi İran’a ne yapmaya gidildiği, munkabız medya karalamalarından hiç mi hiç anlaşılmıyor.
Kuşatılmak istenen bağımsız İslami İran Cumhuriyeti’nin, Amerikan çıkarlar-güdümlü Türk heyete ve bitirim basın mensuplarına nasıl bir muameleyi layık gördüğünü tahmin etmek güç değil. Bundan Altaylı gibi, ziyadesiyle “racon”a prim veren kerameti kendinden menkul gazeteciler de payını almış görünüyor. Nitekim, T.C. Başbakanının bile bir tam gün boyunca sekreterya düzeyinde hastalık bahanesiyle bekletildiği yerde, “gücü öz-körlüğünde” olan yanar-döner medyanın muhatap olduğu standart soğuk karşılamadan kuyruk acısı duymaması elde olmasa gerekir.
Öte yandan, İslami İran Cumhuriyeti Parlamentosu başkanı Ali Laricani, görüşmelerin ertesinde, şamar gibi açıklamalarıyla, Türkiye’yi emperyalistlerin taşeronu olmakla ve samimiyetsizlikle itham ediyor. Yani, pozdan poza giren Türk heyet, meğer kem-küm etmiş, ezilip büzülmüş, neticede avucunu yalamış; bir tek Acem-diyarından dışarıya buyur edilmediği kalmış…
İçine düşülen haysiyetten nasipsiz yalakalık sürecinin düzeyi bu işte. Sonuç: yine öfkeyle gürlemeler, karşı tarafa ayar vermeye öne atılmalar ve her defaki gibi boyunun ölçüsünü alıp yerine oturmalar… Böyle bir vaziyet karşısında iktidara şirin görünmek adına yavşaklaşan basın, iltimassız sırf kendi imkanlarıyla şahlanan İran’ı alttan alttan kötülemesin de ne yapsın?
Zaten gelişen koşullarda, kuşatılmış ama boyun eğdirilemeyen bağımsız İslami-sosyalist İran ulus-devletine gidip, oraları tarafsız ve özgür bir gazetecilik merceğinde incelemeye tenezzül edilmeyeceği, edilemeyeceği başta sergilenen tavırlardan belli idi. Küresel sermayenin bölgedeki ceberrut petro-nükleer ihtiraslarını temsilen ve Türkiye Cumhuriyeti egemenliğimizin tamamen aleyhine olarak, Libya’dan sonra Suriye ve İran konusunda da nasıl cepheye itildiğimizi, kimlerin kışkırtmasıyla ve hatta maiyeti kılınarak, Orta Doğu’nun neo-Osmanlıcı Alikıran-başkesenliğine soyunduğumuzu tahlil edecek kapasite, yaldızlı nakliye habercilikten ötesini becerme yoksunu yerli basından elbette beklenemez.
Altaylı, İran’da iliklerine kadar bir baskı rejimini(!) inceden inceye hissettiğini söylemekle kalmamış; ismi meçhul sözüm-ona “Keskin İslamcı” tövbekar bir zata alıntı yollu, “İran’dan dönüşte Taksim’de Atatürk heykelinin elini öpüp teşekkür edeceğim!” dedirterek, (bu kadar putçuluk nasıl “keskin İslam” oluyorsa artık) gardrop Atatürkçülüğü’nü yüceltmeyi de ihmal etmemiş.
Sanki, övünülen şu noktada, kah “Yurtta sulh, cihanda sulh”, kah “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”, kah “Türk Gençliği’ne Hitabe” manidar sözlerini Mustafa Kemal değil de, bir başka kişi söylemiş gibi… Hani, 350 milyar dolar dış borç, 75 milyar dolar yıllık cari açık, 10 milyon işsiz nüfus, işverenlerin insafında köleleştirilmiş çalışan kitleler ve batmış hukuk sistemi ile, emperyalizmin kirli emellerine memur edilen günümüz Türkiyesi, Pehleviciliğe ucuz göndermelerle, Atatürk çizgisinde, çağdaşlık yolunda ilerlemekteymiş gibi…
Aslında bu aynı zamanda bir itiraf sayılabilir. Türkiye’de Atatürk’ün büstlerini dikip ilkelerini tarihe gömen, o arada iliklerine kadar dış ilişkilerde tabaspusu, buna karşılık içte zorbalaşmayı, yargıda skandal mertebesinde adaletsizleşmeyi, idarede insafsızlaşmayı, polisiyede vicdansızlaşmayı, medyada çiğleşmeyi, uygarlıkta öykünme Batı ezberciliğini, gelir dağılımında zirveleşen dengesizlikleri, uçuklaşan zam ekonomisinde ise sel gibi kükreyen çöküntü alarmlarını sineye çekenler, hakketmedikleri halde alıştıkları yağcılık ödülünü göremedikleri kaya gibi yerde, sırça saraylardan düşüşü iliklerine kadar tabii ki hissederler.
İran hakkında bu kadar kesin neye dayanarak mı konuşuyorum? Kaderin güzel bir cilvesi olacak ki, emperyalizmin iteklediği Türk resmi heyet İran’dan geçtiği günlerde, 23-30 Mart haftası boyunca, Tehran, Kum, Keşhan, Isfahan, Şah Rıza ve Şiraz metropolleri yanısıra, Pasargad, Taht-ı Cemşid (Persepolis) ve Nakş-ı Rüstem tarihi kalıntılarını da gezip dolaştığımız 2000 kilometrelik uzun ve yorucu bir İran gezisini tamamlamış olarak, Tehran’a çoktan dönmüştüm; işte buna dayanarak…
Sözkonusu bir hafta içinde, gözleri ve gönülleri büyüleyen Acem diyarında onlarca candan insanla tanıştım, sergilik yüzlerce fotoğraf çektim, enfes lezzetler aldım. Her üç-dört kişiden biri Türkçe bildiğinden, ayrıca Arap yazısına kısmi hakimiyetim de hesaba katılınca, hiç yabancılık çekmedim. Zaten bütün yol levhaları Farsi + İngilizce idi. Kah takım elbiseli kravatlı, kah ortamla uyumlu sarıklı ve cübbeli Müslüman seyyah-alim kıyafetimle, devlet görevlileri dahil hemen herkesten derin hürmet ve sıcaklık gördüm. Şii mescitlerde hiç yadırganmaksızın Hanefi usulünde cemaatle saf tuttum; gerçek Alevi müminlerle muhabbet edip tokalaştım. Özetle, İran hep duyumsadığım ve okuduğum gibi, gerçek İslam’ın vatanı çıktı. 2009’da gezip gördüğüm Pakistan’ın bile fevkinde olarak…
Mini etek / açık baş demagojisine takılmadan söyleyeyim: Kadınlar da, erkekler de, toplum içinde, pazar yerlerinde, tarihi mekanlarda ve müzelerde rahatça kaynaşabiliyorlar. Hele Nevruz dolayısıyla, akın akın sokaklarda, dışarılarda serbestçe geziyorlar. Genç kızlar pekala kot giyebiliyor, üzerlerine inceden bir tesettür gömlek geçirip, başlarına zarif bir eşarp doluyorlar. Makyajları, süsleri ve topuklularıyla gayet alımlı, kibarlar. Etek kültürü yok gibi. Çok nadir rastladım uzun etek giyen bayanlara. Buna karşın, Tehran-İmam Hümeyni havalimanında dizüstü etek ve siyah naylon çorap giyen yabancı bir kadının dahi hoşgörüldüğüne şahit oldum. Apaçık teşhircilik olmadıktan sonra, uluorta yapılmadıktan sonra, içki-kumar-seks-sodomi gibi haltları dileyen yapıyor zaten. Buradaki takdire şayan güzellik, ahlaksızlıkları toplumun gözünün içine soka soka lanse edemiyor olmak. Öte yandan, bazı oteller çiftlerin evli olup-olmadığına bakmaksızın rahatça müşterek oda ayarlayabiliyor. Bizdeki gibi ayyuka çıkmış paparazzi ifşaat rezilliklerine geçit verilmediğini söylemek zait olur. Tütün tüketimi – nargile keyfi ise bütün cinsiyetler için şaşırtıcı derecede serbest. Ekranlarda her naneye geçit verdiği halde sırf bunları puntolayacak ikircikli bir kanal sansür kurulu çok şükür ki yok!
İddia olunan baskı rejimi hissini, İran’a önyargıyla, özellikle diplomatik temas gayesiyle gelmiş yaban dışında kimsede göremiyorsunuz. İlk bakışta huzuru ve barışı yakalamış bir toplum. Her açıdan güllük gülistanlık elbette denemezse de, apaşikar tırmanıştalar. Ondört milyonluk Tehran, yıllar önce gittiğim Atina’yı her alanda geçmiş neredeyse. Binalar muhkem, asfalt dümdüz, ışıklar ve trafik nizama uygun. Ne Tehran’da, ne diğer kentlerde gecekondu mahallesi, delik deşik yol diye bir şey görmedim. O garabetler belli ki bize mahsus. Aşk ile bağlı oldukları İmam ve İmamzade türbeleri şıkır şıkır gümüş, altın, pırlanta ve mücevherlerle donatılmış; mescid mimarilerinden ve süslemelerinden özgün İrani sanat fışkırıyor. Her devrimde görülen aşırılık günleri, yerini normalleşmeye bırakmış; hele sekiz yıl kıran-kırana vatan müdafaası yaptıkları ve savaşın bugünlerde yeniden kapıya dayandığı düşünülürse, beklenmedik ölçüde olumlu bir iyileşme…
Manzara, “Türk Heyet acaba Suudi Arabistan’a mı gitti yanlışlıkla?” dedirtiyor. Türkiye’de son dönemlerde Ilımlı İslam lafzını ağızlarından düşürmeyenler, İranlı kadınların arasında, sıkmabaş takan hemen kimse olmadığını; bilakis, genelde ninelerimizin taktığı türden bir başörtüsünü saçlar önden görünebilecek şekilde bağlayıp sokaklara çıktıklarını biliyorlar mı? Çarşaflı dolaşmanın ise dini çevre, ibadet ve ziyaretler ile alakalı olduğunu? Yahut peçe diye bir şey hiç olmadığını ve yüzlerin hep açık olduğunu? Uzun etmenin hiç gereği yok: İranlı kadınlar toplumda çok esaslı ve saygın duruyorlar.
Şimdi, iddia olunduğu üzere İran’daki tesettür mü “yarım-yamalak”, yoksa bizde fetiş haline getirilmiş didişmeli laik-dindar kamu düzeni mi?
Altaylı’ya göre İranlı kadınların durumu o kadar da kötü değilmiş… Türkiye’deki ilkel mahalle baskılarına, töre cinayetlerine, ata-erkil işkencelere ve dayaklara kurban giden, hayatları karartılan, gazetelerin her hafta o iğrenç erkek vahşetini sansürsüz manşetlere taşımaktan geri kalmadığı ve devletin bile korumada avallaştığı canım ezik kadınlarımızın durumu çok ahım-şahımmış gibi… Altaylı , laik ve çağdaş geçinen Türkiye’nin kadın hakları davasında içine düştüğü acınılası perişanlık düzeyini izah edemediği için ve kadınlarımızın İran’a kıyasla mecliste bile parmakla sayılabildiğini bildiği için lafı böyle yuvarlıyor olmasın? Sonunda kendi de dayanamayıp İran için “ana-erkil” deyivermiş zaten.
İran’ın kadınlarına verdiği değer bir yana, taciz-tecavüz, magandalık, cürüm ve terör eylemleri sicili itibariyle herhalde yüzümüzü on kere kızartacak bir tablo çıkar. Herşeyden önce, köşe-başı hovardalık, dayak, bomba patlamıyor; demokratik haklar paravanı ardında özerklik ilanları, bölgesel ayaklanmalar organize edilmiyor; bizde olduğu gibi gerillaya sınır kapılarında lokumlu-baklavalı karşılama törenleri yapılmıyor; yapanlara hukuk apışıp kalmıyor… İran üniter-devleti, magandalığa, kaosa, tedhişe göz açtırmıyor. Şehitlerini ise yolların kenarına düzenli astıkları büyük boy kahramanlık fotoğraflarıyla anıyor, bayraklaştırıyorlar. Helal olsun.
Ayrıca, Altaylı’nın iddiasının tamamen hilafına, İran devlet görevlilerinden hiçbiri kılıksız değil. Bazısı sivil, çoğu düzgün giyimliler. Kravat takmayışları bunu emperyalizmin sembolü saymaları. Onyıllardır tecrübe ettiğim üzere, asıl üniformalı dolaştıkları halde yakışıksız diklenmeler, pişkinlikler sergileyenler ziyadesiye bizde görülüyor. Türkiye’deki örneklerin bolluğunun tersine, bir-iki tanesi dışında doğrudan afra-tafra atan görevliye ben İran’da rastlamadım. Ekseriyeti halk adamları. Birilerinin “raconu” oradakileri irkiltmişse, kirli sakallı avare görüntüden dolayı terslemişlerse, orasını bilemem. Benim gördüğüm, Cuma namazında cemaatle karşıladığımız Reisicumhur Mahmud Ahmedinecad’ın sıkı güvenlik memurlarından trafik polislerine kadar, herkes vazifesini mükemmel bir bilinçle ve sorumlulukla yerine getiren insanlardı. Şahsen tanıştıklarım çoğunlukla güler-yüzlü, iyi-niyetli çalışanlardı. Mesela, Pasargad’da gözlüğümü kazara düşürüp kaybettiğim zaman, bulunması konusunda oradaki ilgililer çok gayretli ve yakın davrandılar. Isfahan’da iki gün önceki rezervasyonumuzu çiğneyen ve bizi gece vakti odasız bırakan bir otelin yüzsüzlüğünü bildirdiğimizde, polis hemen bu küstahlığa vaziyet etti ve cezalarını anında kesti. Ayrıca, Tehran’a ilk gelişimizde, havalimanından şehre bizi 40 dolar çarpmaya kalkan taksiciye, kaldığımız otel çalışanlarının yardımseverliği sayesinde müstehakını bildirdik. Bunların dışında, İran gezim boyunca başkaca aksaklık, aksilik yaşamadım. Yolculuğumu büyük bir memnuniyet ve harika izlenimler edinmiş olarak tamamladım.
Doğru fikir vermesi açısından şunları da hızlıca kaydedeyim: İran’da petrol 5’te 1 fiyatına; benzin sarfiyatı ve şöförümüz de dahil olmak üzere, 400 dolar gibi ehven bir rakama bir taksi tutmak suretiyle, 2000 km yolu gözümüz arkada kalmayacak rahatlık içinde katederek, beş günde Şiraz’a kadar inip Tehran’a geri döndük. Litresi 1 TL’nin altında benzin!.. Konakladığımız yerler, tanıdığımız insanlar gayet medeni idi. Hiçbir ihtiyacımız eksik edilmedi. Isfahan’da beş yıldızlı Abbasi Otel’in – ki kalacak olsak en düşük fiyatlı odanın gecesi 250 dolar ediyordu – lüks lokantasında şöförümüz ve pederimle birlikte üç kişi krallar gibi kebablar-etler-pilavlar-cacıklar yediğimiz halde sadece 60 dolar, yani 100 TL ödedik. Demek oluyor ki, yemekler, etler Türkiye’nin en az yarı fiyatına idi. Tehran’da Firdevsi otelde gecesi 75 dolardan, diğer yerlerde ise çok daha uygun fiyatlara konakladık. 100 dolara kendi boyumda el işçiliği bir Buhara halısı satın aldım. Hediyelik eşyalar bizdekilerin yarı, üçte bir, dörtte bir fiyatına.
Otoban deseniz, İstanbul’dan Adana’ya veya Rize’ye bu kadar düzgün ve emniyetli eşdeğer bir çevreyolu Türkiye’de henüz yok. Hem de duble değil, dörtkat yol. Herkes 120 km hız sınırına uymak zorunda. Uymayanlar rutin sürat ölçümlerine yakalandığında cezaları anında kesiliyor. Trafik kazaları oranı hayli yüksek dense de (Türkiye’deki yıllık 500.000 çarpışma ile karşılaştırıldığında aslında öyle aşırı değil) ve bizdekileri aratmayacak patavatsız sürücüler adım başı çıksa da, devrik bir kamyon ve zincirleme bir kaza dışında 2000 km boyunca ciddi pürüz, hele ölüm hiç görmedim – hem de Nevruz mevsimi olduğu halde. Ezanlar kulakları asla taciz etmeyecek kadar kısık, makul seviyede duyuluyor. Pıtırak gibi her mahalleye cami diktirmek gibi bir fanatizmaları yok. İmamları ise katiyyen devletten maaşlı elemanlar değil, Beytülmal’dan yahut vakıflardan tahsis edilen bağışlarla, sevkolundukları cemaat namazlarının başına geçen tastamam din hocaları. Bağır-çağır arabesk ezan goygoyculuğu ve ücretli namaz kıldırma personeli garabeti sırf Türkiye’ye mahsus acayipliklerden olsa gerek. Radyolardan klasik İran müziği kadar, pop tarzlar da sabah-akşam serbestçe yayınlanıyor. Nefes kesen bir coğrafya, eşsiz renkler. Nükleer enerjiyi kendi çabalarıyla, tüm baskılara rağmen elde etmekte sergiledikleri başarı, kişilikli duruş da cabası. Üstelik Türklere vize de uygulamıyor.
Bütün bunları gözlerimle gördükten sonra, yaşam koşullarımızın meğer ne kadar yapmacık, ne kadar dışabağımlı hallere düştüğünü çok daha iyi anladım ve ülkeme reva görülen alçakça esaretten ötürü derin utanç duydum.
Gerçekleştirdiğim büyülü yolculuk sonucunda, İran aleyhine ortaya atılan palavraların, çirkin birer karalama, hatta kuyruklu yalan olduğuna bütün samimiyetimle şahitlik ederim!
İran, doğruluk ve hakkaniyet ölçütlerinden feyzalmamış aklıevvel haberci entellerin iktidara şirin görünmek adına tarafgir olarak rapor ettiğinin tersine, inanç değerleriyle barışık, İslami-sosyalist üniter rejimin toplumsal huzuru ve bütünlüğü temin ettiği, insan-hakları sicili her şeye rağmen Türkiye’yi fersah fersah geride bırakan, tüm baskılara ve ambargolara rağmen ortalama refah düzeyini yakalamış, turizm açısından davetkar, doğru tanıtım yönünden iade-i itibara layık, sanat ve kültür abideleriyle, demografik ve coğrafi zenginlikleriyle, sapasağlam ekonomisiyle ve onurlu anti-emperyalist duruşuyla gözleri kamaştıran bir diyar.
Altaylı’nın terkibiyle söylemek gerekirse: “Bir büyük Anadolu kültürünün, Kurtuluş Savaşı vermiş Atatürk Türkiyesi medeniyetinin mirasçıları, böyle mi olmalıydı, bu hallere mi düşmeliydi…”
Çok yazık.
7 Nisan 2012
Dr. Ozan Yarman
Not: İran gezime ilişkin fotoğraflara http://www.ozanyarman.com/fotolar.html adresinden ulaşabilirsiniz.